9 Kasım 2008 Pazar

en gerenn sahne!ler

En uyduruk,5.sınıf korku ve gerilim filmlerinde bile kafayı takıp,bilinç altına yerleştirecek sürüyle malzeme bulan ben,uzun zamandır kanla yoğrulmuş,her nevi et parçasının gözüme sokulduğu(afişlerinden itibaren) filmlerden uzak duruyorum.Artan yaşıma rağmen germe konusunda bana mısın demeyen bu rezil sahnelerin özneleri ise piranalardan,dev deniz canavarlarına,içine kötü ruh giren makinelerden,Batman'in Penguen'ine,uzaylılardan,King Kong'a bile varabilecek geniş bir yelpazeye yayılmış durumda.Bu tür sahnelerin üzerimdeki etkisi mide bulandırıcı yönüyle,hem psikolojik hem de fizyolojik olduğu için,'en geren sahne' sıralamam da küçük bir ayrım yapacağım.
İlk bölümde genel amacı izleyiciye 'korkacaksın' garantisi vermek olup ,gişe başarısını artırmak için de her türlü aracı meşru sayan;tematik bir yoğunluktan çok yüzeysel,iğrenç sahnelere sahip filmler arasından,çocukluğumun kurbanı olduğum 2 film birinciliği paylaşıyor.Bunlardan ilki 9 yaşında,tabi ki gece yarısı izlemiş olduğum çok kötü bir Steven King uyarlaması olan The Mangler(Mengene).Steven King'in kitaplarını dahi belli bir saatten sonra okuyamayan yine ben,çocukluğumun ilk büyük bilinçaltı yarasını bu filmle almışımdır.Kötü ruhun içine girdiği koskocaman,yürüyebilen mengenenin pençeye benzeyen aparatının,sert bir darbeyle erkek oyuncunun üst gövdesini alt gövdesinden ayırdığı sahne sonrası şokla koşarak tvyi kapamıştım.Bundan akıllanmayıp kısa bir süre sonra yine bir King uyarlaması olan 'O' yu izlemiş,lavabodan fışkıran kan sahnesi sonrası körpe beynime mengenenin yanında bir de palyaço korkusu eklenmiştir.Lise çağımın büyük darbesi ise mutlu bir bayram akşamında izle(yeme)miş olduğum Ghost Ship(Hayalet Gemi)'ten gelmiştir.Daha filmin ilk dakikalarında hızla çekilen elektrik yüklü kablo ile güvertedeki onlarca yolcunun(kısa boyluların kafalarından,uzun boyluların bel ve göğüs gibi yerlerinden) ikiye ayrıldığı sahne, birinciliği paylaşan ikinci film olmuştur.Yoğun bir mide bulantısının eşlik ettiği post-iğrenç sahne süreci küçük bir kanıya varmamda yardımcı oldu.Her iki filmin bir sahnesinin de özelliği olan insanların bir yerlerinden ikiye ya da daha fazla parçaya ayrılmaları,büyümüş halimde dahi kalıcı bir etkiye sahip oluyor.Bu yararlı bilgiyi de paylaştıktan sonra ikinci kategoriye de geçmeden bu kanıya bir sahne daha eklemek istiyorum.Paragrafın başında belirttiğim hiçbir sıfatı taşımayan,tamamen bir Amerikan bağımsızı Paranoid Park'tan bahsediyorum.En umulmadık bir anda karşıma çıkan,hızla geçen bir tren tarafından ikiye ayrılıp,ölmeyip bir de yardım isteyen adamın yer aldığı sahne sonrası daha çocuksu bir tepki verip çığlıklar atmıştım.Ummadığın taş da baş yarar diyerekten ikinci kategoriye geçmek istiyorum.
Aslında ‘en geren sahne’ lafını diyince aklıma gelen ilk şey Funny Games ya da Haneke arşivinden herhangi bir film olmuştu.Olabildiğince minimal yöntemlerle,kan ve benzeri araçları çok sınırlı kullanarak,çoğu zaman odak noktası olan cinayet ya da şiddet sahnesini ima yoluyla izleyiciye göstermesine rağmen tüm film boyunca gerilim havasını izleyicinin üstünden attırmayan yapımların sahibi Haneke,eğlendirmek için değil rahatsız etmek için bu yolu kullanıyor.Tüm filmleri için de spesifik bir sahne söylemek zor.Filmlerinin genel olarak baştan sona böyle bir hava taşıdığı için başka bir yönetmenden,başka bir örnek vereceğim.
Lars Von Trier’in Dancer in the Dark(Karanlıkta Dans)’ı.Filmin ilk yarısına doğru Björk’ün inanılmaz bir ustalıkla canlandırdığı Salma karakteri ile yakın komşusu Bill arasındaki tartışma sahnesi desem filmi izleyenlerin kafasında o sahne çoktan canlanmıştır herhalde.Çok acımasız bir iftira karşısında kalan Salma ile iftira-suç ilişkisini algılamaya çalıştığım sırada beklenmedik bir atmosfere giren film,bana nefes almayı unutturan nadir yapımlardan birisi olmuştur.Bu sahnenin devamında ise,Salma’nın Bill’i çelik bir kutu ile kafasına vura vura öldürmeye çalışması,ve bu sahnenin bir türlü bitmek bilmemesi zaten şoka girmiş olan beni,oturduğum yere zımbalamış,psikolojik olarak gerim gerim gerilen beni ağlama komasına sokmuştur.

6 Ekim 2008 Pazartesi

BROKEN ENGLISH(AŞKIN İNGİLİZCESİ)

Romantik komedi türü altında sayabileceğimiz filmlerin mutlu son ile bitmesi bilindik bir durum. Ayrılık ya da ölümle sonlananlar ise daha çok romantik dram çizgisinde kabul edilir. Eğlenceli bir sinema diliyle çekilmiş ‘Broken English’- pazara yönelik şahane çevirisiyle ‘Aşkın İngilizcesi’-,özellikle yalnız bayanlar tarafından yalnız başına izlenildiğinde pek romantik komedi olarak kabul görmese de, başı ve sonu itibariyle klasik yapımlardan sıyrılamayarak içinden umut fışkıran bir ABD bağımsız! romantik komedi tanımlamasına uygun düşüyor.
‘Broken English’ pek parlak olmayan sinema oyunculuğu kariyerine kamera arkasında devam eden Zoe R. Cassavetes’in, erkeklerde bir türlü aradığını bulamayan,30’lu yaşlarda mutsuz Nora’nın aşk ve sosyal yaşamını konu edinen ilk uzun metraj filmi. Nora’nın izleyenlerin gözüne ABD’nin ünlü ‘Sex and the City’ dizisinden fırlamış yeni bir karakteri gibi görünmesi büyük olasılık. Yalnız burada kahramanımız parlak bir kariyere sahip, en büyük amacı zengin, yakışıklı mükemmel koca profili olan hırslı bir bayandan biraz farklı. Küçük bir otelde oldukça sıkıcı bir işe sahip, çevresindeki yaşıtlarının mutlu beraberlikleri içinde sıkışıp kalan, korkaklığının, utangaçlığının ve sevgilisi olan erkeklerin kurbanı, sade bir bayan. Ancak ne Nora’nın karakter ve sosyal hayat profili ne de giydiği o vintage-indie karışımı kıyafetler(-NYC’nin üst katlarda yaşayan kariyer sahibi şehir kadınından oldukça farklı bir imaj çizen-)filmi orijinal, bağımsız bir romantik film kılmaya yetmiyor. Senaryosu da kendisi yazmış olan yönetmen, erkeklerle kalıcı ilişki kuramayan, hayatının aşkını bekleyen kurban Nora rolünü, Hollywood romantik komedi klişelerini ,‘bağımsız’ imajıyla bir güzel paketleyerek dramatize etmeye çalışmış. Yine de bayanlar tarafından (hele de Nora ile benzer bir kaderi paylaşan izleyiciler tarafından) izlenildiğinde, bu masum kadınsal hormonlar filmi şüphesiz daha iyi bir seviyeye çıkarıyor.
Klişeler demişken; yakın arkadaşların teker teker evlenirken sizin böylesi bir ilişkiye girememeniz, evde kalmış kız-kızının evlenmesini isteyen anne muhabbetleri, kadının genelde 3 örnekte gösterilen mutsuz-umutsuz aşk vakaları, hayatının aşkı ile oldukça tesadüfî (hani kadere bak ya! dedirtecek cinsten) şekilde karşılaşma sahnesi, aşkınızın sizin korkaklığınız yüzünden bitmesi ya da bitecek noktaya gelmesi, falcı kadının kehanetlerde bulunması, yıllardır çalışılan monoton işten çıkıp kendini keşfetmeye yabancı diyarlara gitmek ve günümüzün modern mekanı metroda aşk… Ortalama romantik komedi filmlerinin vazgeçilmezleri sulandırılarak ve bağımsız film renkleriyle boyanarak izleyicinin gözü de boyanmaya çalışılmış.

Parker Posey’nin, sorunlu hafif depresif Nora karakterini canlandırmadaki başarısı, yönetmen ve senaryonun yakalayamadığı başarı ile çelişse de; filmin büyük kurtarıcısı yine Posey oluyor. Melvil Poupaud,Julian karakterinde, kendisine fazla güvenen Fransız karizması ve bozuk ingilizcesi ile Norayı etkilediği kadar seyirciyi etkileyemiyor. Paris ise nerdeyse bütün klişeleriyle tekrar tekrar kullanılmış. Tutkulu, ilgili Fransız erkekleri, kâğıt torbalı pahalı mağazalar, sanat müzeleri, pahalı otellerin pahalı barları, fonda çalan Fransız ezgileri ve tabi Eiffel Kulesi bir ara kendinizi Fransa’yı tanıtan bir belgesel izliyor moduna bile sokabilir.
Yeterince bağımsızlaşamayıp, yakasını klişelerden kurtaramamış, beklentilerinizle ters orantıda keyif alabileceğiniz bir film olan ‘Broken English’ büyük umutlarla izlenmemesi gereken bir yapım. Dışardan bakıldığında festivaller için biçilmiş kaftan gibi dursa da bünyesinde ne sağlam bir senaryo ne de yönetmenlik barındıran filmin düşen maskesini Nora’nın başarılı bahtsız, melankolik rolü ve indie kıyafetleri kurtarmaya çalışıyor.Paris belgeseli izlemeyenler için de iyi bir alternatif yaratabilir!

DEN BRYSOMME MANNEN(SORUN YARATAN ADAM)



DEN BRYSOMME MANNEN(SORUN YARATAN ADAM)

Güzel bir eş, iyi bir iş, büyük bir ev, modernleşmenin insanoğluna hediye ettiği; mutluluğun kapılarını açacak 3 önemli anahtar. Nice insanın ölmeden önce elde edilmesi gerektiğine inandığı 3 altın kural da denilebilir. Hatta bunların sayısı ne kadar artarsa, insan mutluluğunun da o kadar çoğalacağına inanılır. İyi bir maaş, son moda ev dekorasyonları, düzenli bir seks hayatı, tüm vaktinizin size ait olduğu çocuksuz bir yaşam, vs vs... Kulağa hoş gelmediğini de söylemek pek inandırıcı olmaz. Kim böyle bir hayata sahip olmak istemez ki?

'Mutluluk' konusu yüzyıllar boyu insan zihnini meşgul etmiş, nice filozoflar üzerine nice teoriler üretmişlerdir; lakin mutluluk üzerine yapılan bu beyin fırtınası 20.yy’a kadar 'iş-eş-kariyer-para odaklı mutluluk' gibi bir sistem üzerine oturtulmamıştı. 'Daima ileri, daima şık, daima başarılı eşittir mutluluk' gibi bir formülasyon üreten modernleşme taraftarlarının, özellikle son 50 yılda dünya toplumu üzerinde kurdukları dolaylı hegemonya'ya yok demek absürd kaçar. Refah konusunda dünya sıralamasında oldukça iyi yerlere sahip Baltık ülkelerinin de 'İyi yaşa, mutlu ol' yazılı bayrağı göğsünü gere gere taşıdıkları da su götürmez bir gerçek. Burada da yönetmen Jens Lien, orta yaş ağırlıklı, gelir uçurumunun az olduğu, çoğunlukla mutlu bir nüfusu, objektifine yerleştirmiş; ortada mutsuz olunmayacak bir durum varken 'Sorun Yaratan(bir)Adam'ın sorunları üzerine yoğunlaşmış.

40 yaşındaki Andreas nerden ve nasıl geldiğini hatırlamadığı sahte bir cennet-şehir'e gönderilir. Ayağının tozuyla iyi bir iş ve iyi bir eşe layık görülen bu adam büyük ve güzel bir eve de sahip olunca mutlu insanların hayatına adapte olmaya, böylesi bir yaşama ayak uydurmaya çalışır. Lakin bu çabası yeterli olmayacak yaşa(ma)dığı hayatta ve çevresindeki insanlarda samimi, gerçek ya da doğru olmayan şeyler hisseder. Kendisine sürekli gülücükler içinde neredeyse 'Merhaba'dan başka bir şey söylemeyen, öğle yemeğinde birbirleri arasına koydukları tasarım dergisi üzerinden sohbet etmeye çalışan, arkadaşlarının his veya davranışlarına kayıtsız kalan iş arkadaşları, Andreas’ın ilgisini aksi yönde çeken ilk belirtilerdir toplumun hastalığına dair. En kişisel hislerin(seks, aşk ya da öpüşmek) bile ezberlenmiş senaryolar üzerinden şık takım elbiseler ile oynandığı bu trajikomik hikâyede, Andreas kaçacak yer bulamaz. Rastlantı sonucu tanıştığı bir adamı takip ederek; onu geçmişe, eski tatlara, çocuklara, gerçek yaşama ve samimi duygulara geri götürebilecek bir delik keşfeder. Modernleşmenin büyük vaatlerinin gerçekleşmediğini gören Andreas için tek kaçış yolu, bu deliğin ve güzel kokuların kaynağını bulmak olur. Çoğunlukla mutlu insanların yaşadığı bu evrende mutlu olmak istemeyen, sorun yaratan insanların cezası ise oldukça acımasız olacaktır.

'İyi senaryo+İyi yönetmenlik+İyi oyunculuk=Çok iyi bir film' diye başka bir formülasyon yapmak gerekirse 'Sorun Yaratan Adam' bu sıfatı fazlası ile hak ediyor. Norveçli yönetmen Jens Lien'in ikinci uzun metraj çalışması olmasına rağmen ilk yıllarının acemiliğine rastlanmıyor. Modernleşme ve beraberinde toplumda yarattığı yabancılaşma, bencilleşme, kayıtsızlık ve materyal temelli mutluluk arayışına yöneltilen sert eleştiriler, dolaylı ya da ince espriler yoluyla değil; oldukça absürd, çarpıcı ve direk bir anlatım diliyle gerçekleştirilmiş.

İlerleme, gelişme ve teknoloji adına ‘gelenek’ denilen kültürün üzerinden hızla geçilerek gerilerde bırakıldığı modern çağda Andreas’nın buruk hikâyesi pek de yabancısı olmadığımız bir durum. Milyonlarca insan arasında kendini yalnız hisseden, içinde bulunduğu yapıya dışardan bakıp kafasını kaşıyan, sahte kent yaşamını terk edip vahşi doğaya dönmek isteyen insanlar yok değil. Fazla düşünmeden ve sorgulamadan yığınlar içerisinde mutlu yaşamak da diğer alternatif. Andreas ilk seçeneği tercih ediyor, lakin ait olduğuna inanılan, yapışık kaldığı bu toplum istese de peşini bırakmıyor, gitmesine izin vermiyor. Ceza olarak ise istemediği o toplumu mumla arattıracak yeni bir diyara gönderiliyor. Ortaya her ne kadar karamsar, umutsuz bir tablo çizse de filmin asıl gücü buradan kaynaklanıyor. Hedefe çok az kala gerçek mutluluktan edilen bir adamın durumu, hayatın gerçekliğine denk geliyor.

Ne kadar gitmek, terk etmek istesek de gidememek, eleştirirken zamanla sistem tarafından absorbe edilerek eleştirilen tarafına geçmek çoğu insanın akıbeti oluyor. Mutluluğu doğru yerlerde aramak da böylesi bir akıbetin nedeni…

—Mutlu olman bizim için önemli!
-…?
—Yeni bir bilgisayar ya da sandalye istersen söyle…

9 Eylül 2008 Salı

son istek.


altın tozuyla boyayın yüzümü
cansız manken diye anılsın adım ağızlarda
tabutum 4x4 de götürülsün
karacaahmet mezarlığına
ünlü playboy ve işadamları kılsın namazımı
mal varlığımdan tüm emekli,dul ve yetim mankenlere maaş bağlansın
anıtım dikilsin avmlerin önüne
her boy tabutta
manşet olsun resimlerim gazetelere
ben de popüler kültür çocuğu olmak istiyorum
sizler gibi yaşayamadım
bırakın sizler gibi öleyim
belki kaybettirilmiş onuruma
tekrar kavuşurum.

karıncalar


çikolata tuzagımla 50 karınca attım camdan bugün
sonra aglamadım
ama üzüldüm
bisküvi ezdim kalanlar için
yuvalarının önüne
karınları doysun diye
vicdanım rahat olsun diye
bekledim tüm gece
hiçbiri gelmedi bisküvileri yemeye
yanaştım yuvanın önüne
hepsi ölmüştü açlıktan
hiçbiri çıkmamıştı korkusuna yuvadan
ikinci bir çikolata tuzağı sanılmıştı
paylaştıgım bisküvilerim karıncalar tarafından

ölüm tecrübesi.


Aşağıda yazılanların tekmili,yaşanmış gerçek olaylardır.Yazarın hayal gücü,bilinç altı ya da rüyaları gibi realiteye aykırı durumlarla ilgi ve alakası yoktur.

Hallelujah nağmeleri eşliğinde bir cenaze törenine konuk oldum.Ardı sıra 6.Cadde'nin ismini hatırlayamadığım bir parçası diğer bir faniye,faniliğini hatırlatırcasına çaldı ve bitti.Duvarda yazılmış kısa açıklamayı okuduktan sonra,bilgisayar başında oturan bayanın yanına yaklaştım.Bayanın Yasenincenazeşarkınne? anlamına gelen bakışlarından sonra,tereddüt etmeden 'Let Down'diyebildim.Tabut görevini üstlenmiş,üstü beyaz,saten örtüyle kaplı dikdörtgen şekilli mekanizmaya uzanmadan önce geride sadece çantamı bıraktım.Sağ elimi sol elimin üstünde,göğüs altında kavuştururken göz kapaklarımı aşağı indirdim ve uzun,beyaz duvarlarda benim sayemde can lanan Let Down ezgileriyle kendi cenaze törenimi 'canlı yayın'da hissetmeyi,duymayı,yaşamayı denedim.Bir gün içinde en az iki defa uhrevi dünyadan ölüm sinyalleri alan ben,böylesine planlanmış bir cenaze töreninde beklenilen 'ceset modu' na giremedim.Bilakis tavandan sarkan spot lambalardan henüz zamanımın gelmediği,yaşımın çok az!!olduğu türünden envai çeşit iletiler aldım.(Çakralarım yalan söylemez.)298 saniye süren cansız beden taklidinden sonra mekanizmanın üstünden indim.Adımın ve cenaze parçamın yazılı olduğu kartı aldıktan sonra bienalin diğer bölümlerini gezmeye başladım.

Mekanizma üzerinde gözlerimi içimden dışıma tekrar açtığımda,sürekli tahayyül ettiğim ütopik öbür dünya yansımaları içine mi girmiştim?Yoksa adaletsiz dünya devleti 41. sezonuna mı girmişti?Yaklaşık 5 dakikalık cansız beden rolünün,hayatımın henüz yaşanmamış kısımlarını ütopik cennete dönüştüren sihirli değnek görevi ile kutsanması dileğiyle...Ölmeden önce İstanbul Modern e uğrayın...

6 Eylül 2008 Cumartesi

DOSTOYEVSKI-Kumarbaz


Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir,demişler evvel zaman önce.Kanımca bu yargının belini büken,bu lafı edenin türünün ta kendisi.Zaman diye nitelediğimiz şeyin geçip gittiği;beraberinde nice şeyi alıp götürdüğü,yerine cici veya kakalarını getirdiği genel geçer bi yargı olsa da insan dediğimiz akıllı hayvanların öylesi büyük değişimler geçirdiğini pek sanmıyorum.Tezimi savunmak için de kıyısından köşesinden insan doğası konusuna girmek farz oldu.

Bu konu üstüne yazılıp çizilen tonlarca materyal varken çorbaya benim de bir katkım olsun.Günümüze kadar süregelen nice çatışmaların,kutuplaşmaların,etiketlerin kaynağının basit mi basit bir sorudan çıktığını söylesem pek abartı olmaz.Soru kabaca şöyle:

İnsanoğlu denilen türde kalıtsal ya da ortak bir karakteristikten söz edilebilir mi,yoksa her birey kendini bulunduğu çevrenin koşulları ve tecrübeleri içinden mi yaratır,bir nevi öz mü varoluşu;varoluş mu özü belirler?

Naçizane şahsımın fikrini sorsalar,ben kesin bi cevap veremem bu kutsi soruya.İlk fikre göre insan doğası aç gözlüdür,bencildir,cömerttir ya da vahşidir diye bir yargıya varmam gerekir.Diğer teze göre ise insan doğasında herhangi bir ortak özellikten bahsedemeyiz,her insan kendi özünü(kişiliğini,huyunu,cinsini vs)deneyimlerinden,bulunduğu çevrenin koşullarından yararlanarak oluşturur.

Kanımca iki tez birbirini tamamlayıcı nitelikte.Kesin olarak o veya bu fikir doğrudur diye bir teze varmak çok zor.konuyu nereye bağlayacağım,biraz dağıldı gibi,ama durumu kısaca toplayacağım.Yaklaşık 150 yıl önce uzak diyarlarda büyük üstad Dostoyevski'nin kaleminden çıkma bir paragraf nedense beni yukarıda yazıya dökmüş olduğum düşüncelere sevketti.Üzerinden 150 de 1500 sene de geçse insanın,insan doğasının ortak duygularını,hayallerini,acılarını,tedirginliklerini daima hatırlatacak küçük bir paragraf.Birbirimizi uzak mekanlarda,uzak boyutlarda tanısak da o beni hep duymuş,hep duyacak gibi.Sanki birlikte aynı sözleri yazıyormuşuz gibi...



'...evet,öyle zamanlarda insanı en garip,en olmayacak fikir kavrayıverir ve insan o fikrin hemen gerçekleşeceğine inanır...O kadarla da kalmaz:O fikir aklınıza geldiği zaman siz şiddetli,ihtiraslı bir arzu içinde iseniz artık o fikir,kesinlikle olacağı muhakkak,önüne geçilmez birşeydir ve kaderin ta ezelden beri zaruri kıldığı bir şey gibi görünür insanın gözüne...Kim bilir?Belki bu da,nasıl söyleyeyim?Bir takım peşin hislerin birbirleriyle karışmasından doğan bir durum,iradenin ciddi bir gayreti,insanın kendi hayali ile kendini zehirlemesidir.Bilmem;fakat o gece,hiç unutmayacağım o gece,benim için bir mucize oldu.Gerçi hesapla onu izah etmek pekala mümkün ama ben onu yine bir mucize diye karşılamaktan kendimi alamıyorum.Niçin ondan o kadar emindim?O emniyet,o kesinlik benim içime neden uzun zamandan beri yerleşmiş gibiydi?Tekrar ediyorum,ben onu çoktan beri bir ihtimal,hafif bir ihtimal diye değil,olması mukadder bir şey diye düşünüyordum.'

(dostoyevski-kumarbaz)

2 Eylül 2008 Salı

GRAVENHURST


İngiltere’nin derin denizlerinden gelen naif dalgası Gravenhurst hassas kıyıları vurmaya geliyor,'Ben burdayım dinleyicim,siz nerdesiniz?' diyerekten...

Ne memleketlisi Pete Doherty gibi uyuşturucu ve aşk vakaları ile gündemin gediklisi, ne de diğer yaşıtları gibi brit-pop sevdalısı. İngiltere’den duymaya pek alışık olmadığımız bir sound'un en yeni temsilcilerinden. Müzik dünyasının gerilerinde de olsa kariyerine sağlam taşlara basarak devam eden Gravenhurst adeta hastalıklı ruhların kriz dönemi ilacı.

1999 yılında vokalist ve gitarist Nick Talbot'un öncülüğünde Bristol'de kurulan grup,’Internal Travels’ adlı ilk albümlerini 2002 yılında çıkarmış, bunu takiben 2003 yılında ikinci meyveleri ‘Flashlight Seasons’ müzik raflarında yerini almış. İlk iki albüme hâkim olan folk havası,2005 yılında yayınlanan 'Fires in Distant Buildings' albümüyle kırılmaya başlanmış,2007'de çıkan 'Western Lands'le elektro-serpiştirilmiş, uzun bas sololarla bu geleneksel hava hissedilmez olmuştur. Az sözlü, uzun enstrümental ağırlıklı parçalarla gittikçe post-rock türüne yaklaşmaya başlamıştır.

Nick Talbot'un mükemmel söz yazarlığının her albümde artarak kanıtlandığı parçalar, basgitarın acıklı sound'ı ile hedeflediği hassas kalpleri tam ortasından vuruyor. İlk dakikalara hakim düşük tempolu Talbot yorumunun, daha sonra yerini elektronik öğelerle de bezenen bol gürültülü elektro-bas çiftine bırakarak soloya dönüştüğü parçalar özellikle Gravenhurst'ün nazar boncukluk çalışmaları. Yeni başlayanlar için birkaç kilit parça ismi vermekte yarar olacak.'Fires in Distant Buildings' albümünden uzun bas-gitar sololarıyla öne çıkan 'Songs from the under Arches' ile Western Lands albümünden samimi ve kaliteli sözleriyle ve tabi ki basgitar sound'ı ile kulakları hoş tutan 'Trust' yeni başlayanlar için iki kilit şarkı kanımca.

Gravenhurst'ün etkileyici parçalarına soundtrack albümlerinde de rastlamak mümkün.2004 yılında çekilen 'Dead Man's Shoes' ve 2007'de çekilen 'This is England' filmlerine naif parçaları ile eşlik etmişler,sahnelere ayrı bir kimlik kazandırmışlardır.

Gravenhurst, İngiltere’nin kaliteli basın organlarından da hakettiği ilgiyi görüyor. Sunday Times,Guardian,MusicWeek gibi yayımlar,Talbot'un gerek etkileyici ses ve yorumu gerekse de şarkı sözleri hakkında oldukça iyi yorumlar yapmışlar,Gravenhurst'ün kendine has bir alan yarattığı hakkında da hem fikir olmuşlar.Doğru söze ne gerek?

CAT POWER






Arka planda çalan piyano eşliğinde melankolik şarkı sözleri, Chan Marshall'ın cazla buğulanmış sesi ile birleşip en sert kalplere bile erime garantisi veriyor...

Cat Power,Chan Marshall'ın sahne ismi olarak oluşturulmuş,en kabasından indie\singer-songwriter sınıfına muhatap kılabileceğimiz ABD çıkışlı bir isim.Indie müzik dünyasının bol erkekli brit istilasına uğradığı son dönemlerde,Chan piyanosunun naif tuşlarıyla bir nevi 'Kadın Gücü'nü temsil ediyor.Köşeme çekilir,ekose gömleğim,yırtık blue-jeanimle müziğimi yaparım diyen Cat Power’ın sesini duyurması için çok da uğraşması gerekmiyor aslında.1995'te çıkardığı 'Dear Sir'albümüyle aktif olarak müzik yapmaya başlayan Cat Power,gerek parçalarına gerekse de kişisel tarzına hakim olan sadelikten ödün vermeyerek 7 albüm daha yayınlamıştır.Kendi yazdığı,bestelediği,çaldığı ve söylediği parçaların dışında 2000 yılında 'Covers Record' adında bir cover albümü çıkararak bundaki yeteneğini de kanıtlamış oldu.Lou Reed,Bob dylan gibi isimlerin parçalarını coverlayan Chan,ayrıca konserlerde,çeşitli canlı yayınlarda White Stripes,Oasis,Nina Simone gibi isimlerin de parçalarını Cat Power tozu serperek yeniden yorumlamıştır.

2006 yılında yine kendi içine dönen Marshall,'The Greatest' albümünü yayınlamıştır. Albümün adı her ne kadar bir nevi 'Best Of 'çağrışımı yapsa da albümdeki parçaların hepsi yenidir ki bir parçasının ismi de 'The Greatest'tır.Cat Power'ın depresif şarkı sözleri,düşük tempolu sound'u yer yer hareket kazansa da çoğu parça bu yoğun havadan kurtulamaz.Tüm albümlerinde hissedilen melankolik dalga,dolayısıyla Cat Power'ı da,birçok konserinde şarkıları hatta konserleri yarım bırakmasıyla ünlü etmiştir.

Coverlardan uzak kalamayan sanatçı en son 2008 yılında 'Jukebox' adını alan ikinci bir cover albüm çıkarmıştır. Vazgeçilemeyen klasikler sanatçılar olarak Bob Dylan, Jessie Mae Hemphill'in parçaları albümde göze çarpan isimler olmuştur. Ayrıca sanatçının Bob Dylan sevgisi gözden kaçmamış olacak ki, Dylan için tribute albüm olarak hazırlanan 'I'm not There OST'sinde, 'Stuck Inside Of Mobile With The Memphis Blues Again' parçasını yeniden yorumlamıştır.

Sanatçının her parmağında bir marifet var desek abartmış olmayız. Şarkı sözü yazarlığı, onlarca cover yorumculuğu derken en son beyaz perdede de Chan Marshall’ın güzel yüzüne rastladık. Uzak Doğulu yönetmen Wong-Kar-Wai'nin 'My Bluberry Nights'ında Jude Law'un unutulamayan aşkını canlandıran Marshall, her ne kadar kısa bir süre görünse de, arka planda
çalan 'The Greatest' parçası ile bu görüntüler birleşince film izleyicileri için damakta hoş bir tat

bırakıyor.



GOD IS AN ASTRONAUT


'Tanrı bir astronottur' deyip parçaların isimlerinden başka yazılı materyale rastlanmayan albümleri, dinleyicinin de dinleyici olmayanın da kafasını allak bullak edip öylece bırakıyor.

İrlanda, Dublin çıkışlı grubun, post-rock janrının en güzel köşelerinden birinde durduğunu desek abartmış olmayız.2002 yılında Torsten-Niels Kinsella kardeşler ve çocukluk arkadaşları Lloyd Hanney tarafından kurulan grup,6 yıllık müzik kariyerine,'The End of the Begining' ile başlamış,'All is Violent,All is Bright'(2005),'A Moment of Stillness'(2006) ve 'Far from Refuge'(2007) ile devam etmişlerdir.

Tamamen enstrümental, sözsüz parçalar grubun en göze çarpan özelliği. Her ne kadar adları sıkça Explosions in the Sky ile Mogwai arasında bir yerlerde anılsa da, kendine özgü sample'ları bu yüzeysel benzerliği kısa zamanda siliyor. Grubun adından da az çok anlaşılacağı gibi parçaların isimlerinde de uzay, boşluk, sonsuzluk, mekânsızlık vurgusu çok fazla. Dinleyiciyi de kısa zamanda kendi yarattığı bu evrene sürüklemeyi başarıyor. Kişinin iç dünyasıyla birleştirdiği bu yeni dalga ise tadından yenmeyecek bir hale geliyor. Sözlerin olmaması ise dinleyiciyi, parçanın kişiselleştirilmesi bakımından çok elverişli bir konuma sokuyor. İstediğiniz yöne çekebileceğiniz; aşk, sevgi, ölüm, hayaller ya da bin bir çeşit ruh haliyle bezeyebileceğiniz bu parçalar mp3'lerin ve melankolik gecelerin vazgeçilmezi oluyor.

İrlandalı grup, parçalarındaki söz eksikliğini gerek konserlerinde gerekse de müzik kanallarında döndürdükleri video ve kliplerle kapatıyor. Parçalarında, her ne kadar yaşanılan dünyadan uzaklarda hikâyeler anlatsalar da kliplerindeki savaş ve nükleer bomba temaları, grubu insanlık dramının ortasına geri döndürüyor. Eski-yeni çeşitli video görüntülerinin yamasıyla oluşturulmuş klipler,God is an Astronaut'un kendine has bas-gitar-davul üçlemesiyle enfes bir uyuma ulaşıyor.

2007 yılında ülkemize de teşrif etmiş grubun, yorucu şehir hayatından az da olsun kurtularak kanatsız, göklerde süzülebilmek umuduyla bizleri tekrar ziyarete gelmesini bekliyoruz...







CANNES,CANNES,CANNES-2008

Dünyanın sayılı film festivallerinden birine ev sahipliği yapan Fransa'nın güney sahil kenti Cannes, dünyanın önde gelen yönetmenlerini, oyuncularını, sinemaya gönül vermiş nice kişileri 14–25 Mayıs tarihleri arasında,61.kez ağırladı.

Etrafı gazeteci ordusu ile çevrili kırmızı halı yine birbirinden güzel,başarılı sanatçılara mekan oldu;dünya basınının objektifleri yaklaşık 12 gün boyunca Cannes Film Festivali'ne yöneldi.Şehir nüfusunun 3 katı fazlalılığında sinemasever Cannes seçkilerini görmek için bu güzel sahil mekanına aktı.Dünyaca ünlü yönetmenlerin en yeni çalışmaları Cannes galalarıyla izleyiciye merhaba dedi.Gerek festivale katılan sanatçıların sinema alanındaki çalışmaları gerekse de özel hayatları dünya basınının yakından takip ettiği konular oldu.Tabi ki en çok merak edilen yine festival bitiminde 61. Palme D'or(Altın Palmiye)'un hangi yönetmenin elinde olacağı idi.Kısaca Cannes hakkında yazılan,çizilen,çekilen materyal oldukça fazlaydı.Yıllardır kalitesinden ödün vermeyen,bu saygın sinema şöleninin gelin kısa bir turuna çıkalım…

Film festivalleri her ne kadar, kısa sürede izleyiciyle buluşturduğu uluslararası film seçkileriyle, dünyanın en iyi sinema emektarlarını seçtiği ödül töreniyle anılsa da, afişlere verilen önem de şüphesiz büyüktür. Hatta çoğu festival belli zamanlarda geçmişten günümüze afiş sergisi açmaktadır. Bu yıl ki Cannes afişi ise David Lynch'in çektiği, Pierre Collier'in Cannes için adapte ettiği, gözleri siyah şeritle bağlı Marilyn Monroevari bir bayan fotoğrafı idi. Lynch'in objektifinden çıkma, kimliğinin belirlenmesi istenmeyen bu sarışın bayan ne gibi çağrışımlar yapmıştır,sizin hislerinize kalmış…

Festivalin en çok ilgi çeken kısımlarından birisi şüphe götürmez yarışma bölümünün jüri üyeleri oldu. ABD’li ünlü aktör ve yönetmen Sean Penn'in başkanlığında dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen aktör, yönetmen ve aktristin yer aldığı 9 kişilik jüri ekibi,22 film arasından en iyileri seçmek için 12 gün boyunca bir aradaydılar. Yine Yahudi asıllı, ABD’li genç oyuncu Natalie Portman'ın jüri ekibi içerisinde olması dikkatleri çeken bir noktaydı. Özellikle festival boyunca Penn ve Portman'ın yakınlığı adeta baba-kız ilişkisi gibiydi. Jürinin diğer önemli ismi ise İran'lı,Persepolis kitabının yazarı ve aynı adlı filmin yönetmeni Marjan Satrapi oldu.Kısa zamanda dünyaca üne kavuşan bu filmle,2007 yılında Altın Palmiye için yarışan yönetmen Altın Palmiye'yi alamasa da Jüri Ödülü'nü kazanmıştı.2008 Cannes Yarışma bölümü için de jüriliğe hak kazanan diğer bir isim oldu.

Altın Palmiye için yarışan 22 film adeta dünya puzzle'ı gibiydi. Belçikalı Jean-Pierre-Luc Dardenne kardeşler, Alman yönetmen Wim Wenders, ABD’li Clint Eastwood, Ermeni asıllı Kanadalı yönetmen Atom Egoyan, yine ABD'li Steven Soderbergh gibi Cannes Festivali'nin havasına alışmış yönetmenler dışında; İtalya’dan Matteo Garrone,Filipinler'den Brillante Mendoza,Fransız Laurent Cantet gibi festival tozunu ilk kez yutacaklar;bir de yine İtalya'dan Paolo Sorrentino,Brezilyalı Fernando Meirelles,ve Nuri Bilge Ceylan gibi son birkaç yıldır festival programına alınan yönetmenler 12 günlük maraton boyunca Altın Palmiye için yarıştılar.

Altın Palmiye için yarışacak filmler dışında 'Un Certain Regard'(Bir Bakış) adlı diğer bir bölüm de mevcuttu. Dünyanın çeşitli ülkelerinden 4 dalda yarışacak filmler, geçtiğimiz yıl 'Yaşamın Kıyısında' filmi ile En İyi Senaryo dalında ödül kazanan Fatih Akın başkanlığında toplanan 4 kişilik jürinin seçimine sunuldu. Her zamanki muhalif tavırlarıyla bilinen Fatih Akın, gerek kameralara 'Barış' işareti yapan parmaklarıyla, gerekse de Che hakkında sorulan sorulara verdiği cevaplarla bu duruşunu festival süresince de devam ettirdi. Özellikle son birkaç yıldır Türk yönetmenlerin uluslararası festivallerde kazandığı ödüller, Türk Sineması olarak bir akımın somutlaştırılması bakımından da çok önemliydi. Bu yönetmenlerden biri olan Fatih Akın'ın da böylesi kaliteli bir festivale Jüri başkanı olarak seçilmesi de Türk sinemaseverler açısından da sevindirici bir haber oldu.

Festivalin ağır topları şüphesiz fazlaydı. Atom Egoyan,Clint Eastwood,Wim Wenders gibi sinemacılar nerdeyse katıldıkları festivalden eli boş dönmeyenlerdendi.İnsan ilişkileri üzerine temellenen dramlar ve siyasi temalara öncelik veren eleştirel yapımlar Yarışma bölümünün genel çizgisiydi.Söylentilere göre Sean Penn'in başkanlığındaki jüri üyeleri seçimlerinde siyasal sinemaya öncelik vereceklerdi;ve geçmiş yıllarda ödül alan yönetmenler de jürinin objektifinden kaçırılmayacaktı.Festivalde Altın Palmiye için yarışan İtalyan filmleri mafya ve politikaya dönük konuları itibariyle festivalin önemli siyasi yapımlarıydı.Soderberg'in Che'si başlıbaşına dünyaya malolmuş bir sosyalist devrimcinin hayat hikayesi etrafında şekillenmişti.Festivalin en tazelerinden Lauren Cauntet'nin 'The Class'ı küçük bir ilköğretim sınıfını merkeze alarak Fransa'nın sosyal,siyasi panaromasını çeken bir yapım olarak eleştirmenlerin de gözdesiydi.Usta yönetmen Wim Wenders her ne kadar eskisi kadar iyi film çekemediği konusunda eleştirilse de Düsseldorf'tan Palermo'ya yolculuğa çıkan yalnız bir fotoğrafçının öyküsü bir Wenders yapımı olarak ön plandaydı.Geçtiğimiz iki yılda da Cannes'dan eli boş dönmeyen Nuri Bilge Ceylan,gerçekleri duymak,görmek ve konuşmak istemeyip ayakta kalmaya çalışan bir ailenin dramını,diğer filmlerinde konuşturduğu iyi fotoğrafçılık yönüyle olağanüstü görsel ve duygusal yoğunlukla anlatmaya çalıştığı filmi Üç Maymun'la ödül alması beklenen yönetmenler arasındaydı.1987'den beri Altın Palmiye yüzü görmeyen Fransız yönetmenler ise şeytanın bacağını bu yıl kırmayı bekliyorlardı.Yine de böylesi bir sürprizi kim,ne kadar olası görüyordu,bu da tartışılır bir durumdu.

25 Mayıs gecesi Cannes Festivali,12 gündür yarışan filmlere ödüllerini vermek üzere Türkiye saati ile 19.30 da başlayan canlı yayın ödül töreni ile son gecesini yaşadı. Dünyaca ünlü sinema oyuncuları ve yönetmenler kameraların sürekli objektifleri altındaydı. Yaklaşık 2 saat süren ödül töreninden ellerinde ödülleri, yüzleri mutlu ayrılan isimler çok da şaşırtmayan isimler oldu.

En İyi Kadın Aktris ödülü Brezilya'dan Walter Salles ile Daniela Thomas'ın ortak yönetmenliğini yaptığı,Sao Paolo sokaklarında 4 erkek kardeşin ilişkilerine odaklanan yapımı 'Linha De Passe'in başrol bayan oyuncusu Sandra Corveloni'ye gitti.Ancak oyuncu hamilelik döneminde olduğu için törene katılamadı ve ödülü onun yerine filmin yönetmeni Daniela Thomas aldı. Özellikle Brezilya sinemasının uluslararası platformda yerinin sağlamlaşması açısından bayan oyuncunun aldığı ödül son derece umut verici oldu.

Soderberg'in Che filminde Che'nin şahsını canlandıran Benicio Del Toro'nun En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alması pek de sürpriz olmayan, bir ödül oldu. Ödül Töreni süresince en coşkulu alkışlanan ödül sahibi olarak da kenara not ettiğimiz Del Toro, filmindeki performansı itibariyle ’Bir oyuncu bir role bu kadar mı yakışır?’ denilebilecek bir tepki yaratması bakımından, jürinin adaletli bir kararı olarak sayıldı. Kapanış töreni öncesi kırmızı halıda Emir Kusturica, Maradona, Fatih Akın ve Madonna ile Che hakkında yapılan kısa söyleşiler, Che sevgisinin ne Latin Amerika ne de sosyalizm ile sınırlı olmadığını göstermişti. Ödülünü Fransız oyuncu Valerie Lemercier’nin elinden alan Del Toro’ya, konuklardan gelen abartılı alkışın Che Guevera’nın anısına borçlu olduğunu söylemek abartılı olmayacktı.Ve yine beklenen gibi ödül sanatçı tarafından Che’nin anısına adandı.

En İyi Senaryo Ödülünü, geçen yıl aynı ödülü kazanan Fatih Akın’ın elinden, Belçikalı Dardenne kardeşler aldı.’Lorna’nın Sessizliği’ adlı Arnavutluk göçmeni genç bir kız ile erkek arkadaşının Belçika vatandaşı olmak uğruna girdiği tehlikeleri anlatan film, Sean Penn başkanlığındaki jüri tarafından en iyi senaryo ödülüne layık görüldü.1995 yılında ‘Rosetta’ ve 2005 yılında ‘L’enfant’ ile Altın Palmiye ödülünü evlerine götürmüş kardeşler,festivalin kadim sanatçılarındandı ve aldıkları ödül de çok şaşırtıcı olmadı.Ödül alma esnasında Fatih Akın tarafından sunulması beklenen kazanan kişinin adının yazılı olduğu kağıdın bulunamaması da kısa sürelik krize yol açtı.Başlangıçta Oscarvari küçük bir şov olarak algılansa da ortada gerçek bir sorun vardı ve Penn’in dikkatsizliğinden kaynaklanmıştı.Jüri başkanının festival ödül töreni süresince ruh hali hakkında yazının sonunda bahsedeceğim.



En İyi Yönetmen ödülü ise Üç Maymun filmiyle Nuri Bilge Ceylan’ın oldu.Sean Penn’in istesizce ve düzgün telaffuz edemediği o isim,soğukkanlı bir şekilde ödülünü ünlü aktrist Faye Dunaway’in elinden almak üzere sahneye çıktı.2003 yılında ‘Uzak’ filmiyle Büyük Ödül,2006 yılında ‘İklimler’ ile F.I.P.R.E.S.C.I. ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan,’Dünyanın en iyi Yönetmeni’ sıfatını da Cannes referansı ile isminin başına ekledi. Kapanış töreni öncesi törene katılması istenen Ceylan ve ‘Üç Maymun’ ekibi ödül geleceğini anlamış. Her ne kadar en iyi yönetmen ödülü Türk sinema eleştirmenlerince ve filmin oyuncuları tarafından da beklenen bir ödül olsa da, Ceylan son ana kadar karamsarlığını korumuş ve bu ödül sürpriz olmuş. Ceylan’ın 2008 Cannes töreniyle hatırlanacağı diğer bir olay ise yönetmenin ödül alma esnasında söylediği sözler oldu.’Bu ödülü benim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum…’ diyen yönetmen izleyenlerin yüzlerinde de hafif buruk ama onurlu bir gülümseme yarattı. Yönetmenin niyeti bilinmese de, ülkesini kötüleyerek Nobel ödülünü aldığı söylenilen Orhan Pamuk’a karşı bir Nuri Bilge Ceylan cephesinin de hafiften oluştuğu söylenebilir.


Jüri Ödülü, İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun geçmiş dönemlerde İtalya’nın Başbakanlığını yapmış, merkez Hristiyan Demokrat partisi üyesi Giulio Andreotti’nin hayatına hem politik hem sosyal bir açıdan bakan filmi ‘Il Divo’ ya layık görüldü.Sean Penn’in siyasal sinemaya öncelik verip vermeyeceği tartışmaları ise hafiften son bulur gibi oldu.

Penn’in bu tutumunu bir kez daha doğrulayan diğer ödül ise yine İtalya’dan festivale ilk kez katılan Natteo Garrone’ye verildi. Güney İtalya’nın buram buram mafya kokan şehirlerini ve mafya ilişkisini odak noktasına aldığı film Büyük Ödül’ün sahibi oldu. Yönetmenin Roman Polanski’nin elinden aldığı ödül sonrası, sadece ‘Mersi’diyerek az ve öz yaptığı konuşması konukları hafiften şoka uğrattı.7 dalda verilen Yarışma bölümünden 2 ödülle evlerine dönen İtalyan sinemacılar, bir nevi hem politik sinemanın gücünü hem de İtalyan sinemasının gelecekte daha da iyi-leşmesi umudunun simgesi oldular.


Ve en büyük ödül-Altın Palmiye-nin Fransız yönetmen Laurent Cantet’ye gitmesi belki de böylesi bir festivale sahip olan Fransızların 21 yıldır hayal kırıklığına uğradığı karanlık bir dönem sonunda güneşin yeniden doğması gibiydi. Festivale ilk kez katılan yönetmenin‘The Class’ını izleyen eleştirmen ve seyirciler,filmin mesajı ve gücünden ne kadar emin olsalar da Cannes’dan hafif hayalkırıklığıyla uğrayarak evlerine dönmeye alışmış Fransız yönetmenler açısından sonuç çok da beklenen bir durum değildi.Yönetmenin,tamamı amatör ilköğretim öğrencileri ile çektiği bu film,Fransa’nın kompleks sosyal ve siyasi yapısını küçük bir sınıfa indirgeyerek yansıtmaya çalıştığı film,jüri tarafından Altın Palmiye’ye layık görüldü.Her ne kadar Altın Palmiye için büyük olasılıklarla beklenilen bir film olmasa da sinema eleştirmenlerine göre de jüri tarafından verilen adaletli bir karardı.Nerdeyse her ödülde jürinin kararı,şart olarak olmasa bile tercih sebebi olarak görülen siyasi meselelere ucundan yakından dokunan filmlerden yana oldu.

Sean Penn’in ödül töreni süresince takındığı ‘bitse de gitsek’ ya da ‘eve uyumaya gidecektim de yolu şaşırmışım’ misali dikkatsiz, baygın tavırlara bir anlam bulamadım. Yanında oturan Natalie ile kulaktan kulağa fısıldaşmaları dağınık saçları, ilginç telaffuz yöntemleri Sean Penn’in yönetmen koltuğuyla da sağlamlaştırdığı karizmasını, Cannes’ın bu büyük töreninde jüri başkanı olarak hissettiremediğini söylemek abes olmayacaktır. Bir ara En iyi Senaryo Ödülü’nü açıklamayı unutan Penn sahneye ödülü vermek için gelen Fatih Akın’ın uyarısıyla ayılmış, lakin tören devamında da bu uykulu halini sürdürmüştür.Yine de sunucunun da tabiriyle bugüne dek gördüğümüz en renkli,en şeker Cannes jüri grubu desek abartı da olmayacaktır.

Sadece Yarışma bölümünü dâhil edersek Cannes Festivali’ne katılma şansını elde etmiş 22 filmi izlemek için biz Türkiyeli seyirciler az biraz beklicez. Büyük ihtimalle Film Ekimi ve gelecek yıl İstanbul Film Festivali’ne kadar uzatılabilecek bir gösterim süresine sahip olacak bu filmler hakkında hiçbirini izleyemediğim için birinci ağızdan yorum yapamadım, dolayısıyla herhangi bir eleştiriye de tabi tutamadım. Üstat ve eleştirmenlerin beğeni ve yorumlarına, gazete makale ve haberlerine, katılan yönetmenlerin Cannes geçmişlerine bağlı kalarak, bir de Cannes Ödül Töreni’ni izleyerek naçizane fikirlerimi ve yorumlarımı aktarmaya çalıştım. Nice Canneslara, nice başarılı Türk yönetmen ve oyuncuları nice nice ödüllerle görmek umudu ile esen kalın.








I'M NOT THERE



Efsane haline gelmiş müzik adamları hakkında yapılan Hollywood endüstrisi imzalı yapımlar arasında 'I'm not There' en sükseli mekanından izleyiciye göz kırpıyor.Geçtiğimiz birkaç sene içerisinde Johnny Cash,Leonard Cohen,Elvis Presley,Joe Strummer(The Clash),Ian Curtis(Joy Division) gibi dillere destan frontmen ve müzik tarihinin kilometre taşları isimleri üzerine yapılan belgesel niteliğindeki biyografik yapımlar şüphesiz bu türe ilgiyi artırdı.Bu örneklerin ardından sürprizden çok beklenen bir yapım olan Bob Dylan biyografisi,İstanbul Film Festivalinin'de en iddialı parçalarından biri oldu.Türdeşlerinden farklı olarak Bob Dylan'ın 6 farklı isim altında,6 farklı karakterde nefes aldığı filmde,olağan öykü akışından daha çok birer performansa rastlıyoruz.Elvis gibi büyük bir şarkıcı olmayı düşleyen küçük Woody (Marcus Carl Franklin),60'ların ünlü folk şarkıcısı Jack Rollins(Christian Bale),iyi yazılmış bir romandan düşmüşçesine kafaları ağrıtan cümleler sarfeden Arthur Rimbaud(Ben Whishaw),iyi bir aile babası ve eş olamayan ünlü aktör Robbie Clark(Heath Ledger),kaçak ve asi Billy the Kid(Richard Gere) ile çevresi ve hayranları tarafından anlaşılamayan adam June Quenn(Cate Blanchett).Gözünde siyah gözlükleri,ağzından düşmeyen sigarası ile Cate Blanchett'in Bob Dylan performansı filmi izlemek için başlı başına bir neden teşkil edebilir.Bunun yanında gerek diğer Bob Dylan yorumları gerekse yardımcı oyuncuların performansları emeğinin hakkını fazlaca vermiş durumda.Her ne kadar hikayeler arasında sert geçişler olsa da Vietnam Savaşı'nın ağır havası,zencilere yapılan ayrımcı politikalar ve tabi ki Bob Dylan parçaları tüm hikayelere parça parça serpiştirilerek hava yumuşatılmış,aralarında ortak bir ilişki kurulmaya çalışılmış;ortaya tadından yenmeyecek özgün bir yapıt çıkarılmış.Durum böyle olunca bizlere de böyle yapımları başımızın üstüne koymak düşmüş.

FUNNY GAMES


Avusturyalı yönetmen Micheal Haneke'yi bu yıl İstanbul Film Festivali'nde ilk kez ingilizce olarak çektiği bir film ile izledik.Televizyonlardan bir nevi show gibi izlenmeye alışılagelen 'şiddet'in, usta yönetmenin ellerinde yoğurulup,sofralarımızda sinema tarihinin en irite edici filmlerinden biri olarak vuku bulduğu 'Funny Games' kolay tüketilemeyecek filmlerden.Yönetmenin 1997 yılında Avrupalı oyuncular ile Almanca olarak çektiği filme ,ABD'li oyuncular tarafından hiçbir çekim tekniği ya da senaryo değiştirilmeden ABD topraklarında yeniden hayat verilmiş.Naomi Watts(21 Gram,Eastern Promises),Tim Roth(Reservuar Dogs), Micheal Pitt(The Dreamers)'in başrolleri paylaştığı film, yeni tanıştıkları komşuları tarafından akıl almaz işkence ve tacize uğrayan bir aileyi konu edinirken,izleyiciyi tahmin edemeyeceği bir gerilimin içine sokuyor.Orjinal Avrupalı yapımı izleyenler,büyünün bozulmaması için ikinci Amerikalı yapımı izlemekten kaçınsalar da yeni filmin özgünlüğü(yeni toprakların havası olsa gerek)bu tezi çürütüyor.Micheal Pitt ve Tim Roth'un baby face-psycho diyalektiğinden yarattıkları karakterler yer yer nefes alış-verişinizi zor kılarken çoğunlukla şu soruları sordurtuyor:Tüm bunlar bir yönetmenin kurgusundan mı ibaret ya da günlük hayatlarımızda bir nevi oyun paketi içinde sunulan şiddetin sıradanlaşması mı?Funny Games,izleyiciyi ne büyük bütçelerle çekilen görsel sahnelerle,ne de kanın su gibi harcandığı,kesilen kol ve bacakların balon misali havalarda uçuştuğu sahnelerle 'germeye'çalışıyor.Arka planda müziğin bile karneyle kullanıldığı,oldukça sade ve saf anlatımıyla öne çıkan film doğrusu Hollywood gerilim sinemasına aynı topraklardan gerilim dersleri veriyor.

TRANSYLVANIA




Hayaller yalnızca geçici haz aracı değil; geleceğe daha umutlu gözlerle bakmayı sağlayan birer gözlük işlevi de görürler. Önümüze koyduğumuz hedefe doğru ilerleme yolunda, kişinin kendine ve hayatına kattığı anlam da zenginleşir. O yolda büyür, gelişir, savaşırsınız. Yaşama zevki denilen o kavram da sizinle bütünleşir. Şüphesiz hayallerin insan fiziği ve ruhuna kattığı anlam, nice ilacın etki boyutunu aşar nitelikte. Lakin küçük bir sorunumuz var, hayallerin miktarına ilişkin. Fazla büyük kurulan hayallerin de her ilaç gibi yan etkisi var, hatta ölüme varabilecek kadar.

Zingarina(Asia Argento)'na da hayallerinin peşine düşüp, karnındaki bebeğinin babası çingene müzisyen Milan'ı bulmak için Güney Fransa'dan çamurlu uzak topraklara-Transylvania’ya gelir.‘Aşk’ için bilmediği yollara düşmüş, tek amacı Milan'ı bulmak olan Zingarina hedefine ulaşır, lakin kendisini sevdiğine inandığı adamı bulamaz. Bundan sonra mutlu sonla bitirdiği hayallerinin çok uzağında, yıkılan büyük umutların enkazı altında sıkışıp nefes almaya çalışacaktır. Kendisine eşlik eden yakın arkadaşı Marie'yi ve Fransa'daki hayatını gerilerde bırakıp, küçük bir çingene kızın peşine takılarak Transylvania topraklarında yeni bir hayata başlar.Zingarina'nın bu yolculuğunda ona eşlik edecek isim ise sokaklarda yaşayan,altın tüccarı Tchangalo(Birol Üner) olacaktır.

Cezayir asıllı Fransız yönetmen Tony Gatlif,1997 yılında çektiği ‘Godjo Dilo’da da buna benzer bir hikâye anlatsa da Fransa'dan tanımadığı bir çingene şarkıcı kızı bulabilmek umudu ile bilmediği topraklara gelen Stephane'ın yolculuğu, Zingarina kadar yoğun ve duygulu değildir. Filmin başından itibaren Zingarina'nın gerek Milan gerek bebeği hakkında içinde bulunduğu gerginliği hissetmek mümkün. Bağımsız, hafif kaçık ruhuna karşılık, bir anne ya da bir sevgili olarak hassaslığı gözden kaçmıyor. Karnına keçeli kalemle çizdiği bebek resmi ise bu ruh halinin en güzel yansıtılmış sahnelerinden biriydi. Sevgisine inanarak yollara düştüğü adamın gerçek yüzünü öğrendikten sonra ise yaşadıkları içler acısı. Avucunun içine çizdiği kocaman göz ile kem gözlerden, kötülüklerden korunduğunu sansa da falcı kadının da söylediği gibi her şey umduğu gibi gitmiyor. Belki onu hayatta tutan tek şeyin de artık ‘yok’ olduğuna inanmak zorunda olması Zingarina'yı var oluş felsefesine sürüklüyor. En muğlâk kavramlardan ‘Mutluluk’da Zingarina'nın sorgu büyüteci altında incelenmeye başlıyor.

‘Mutlu insanlar gibi olmak istiyorum!!!’diye yakınan istenmeyen kadın, eski hayatına geri dönecek gücü kendinde de bulamıyor. Milan’sız bir yaşamın niteliği artık çok da umurunda değildir, Fransa da ya da Transylvania sokaklarında...

'Her son, yeni bir başlangıçtır.' deyip karamsar kalplere biraz iyimserlik tozu serperek Zingarina'nın yolculuğuna devam edelim. Birol Üner,‘Duvara Karşı’,‘Hırsız Polis’ filmlerinde olduğu gibi yine ayyaş, dolandırıcı bir tiplemede. Modern toplumun reddettiği birçok kalıbın üzerine cuk diye oturduğu oyuncu bu filmde de bunu bir kez daha kanıtlıyor. Zingarina’nın 'Aşk'ı bulma amacı ile geldiği topraklarda, Tchangalo’da altın peşindedir. Çingene köylülerden değerli eşyaları satın alıp bir nevi altın tüccarlığı yapmaktadır. Yolları tesadüfî şekilde kesişen iki bağımsız ruh arasında ciddi bir aşk vakası ya da duygusal olayın var olduğunu, en azından yolculuğun başlarında söylemek erken olur. Daha çok mecburiyetten(özellikle hamile olan Zingarina açısından)bir birliktelik görüyoruz. Zamanla Zingarina'nın karnı büyüdükçe aralarındaki ilişki de daha samimi, daha gerçekçi bir bağlılığa dönecektir.

Bir yanda derin yasta olan hamile bir kadının yoğun duyguları sahnelenirken, Tchangalo’nun trajik-komik diyalogları ve tabiî ki saf-çingene müziği, bu buhranlı atmosferi yumuşatıyor. Her ne kadar ilk planda fazlaca kişiselleştirilmiş bir kadının kalp acıları odak noktasında olsa da, konu dağıtılmadan gerek çingenelerin kabul edilemez derecedeki zor ekonomik ve yaşam koşulları gerekse de kilise ve din adamlarının güvenilirliği ve içtenliğinin sorgulanabilirliği konusu seyircinin ilgisine dikkat çekmektedir.

Yazıya Zingarina'nın büyük hayalleri ve suya düşen hayalleri hakkında giriş yapmıştım. Zingarina bu hayallerin gerçekleşmeme ihtimalini göz ardı ederek onları büyüttü ve doğal olarak yıkıcı dalgaya direnemedi. Lakin bu hataya Tchangalo düşmüyor. Bu ironik farkın sahnelenişi kanımca filmin en güzel yerlerinden birisiydi. Gereksiz spoiler lardan kaçınırsak:
‘Beklentilerini küçük tut, mutlu sonlar mutlu kılsın, şaşırtsın seni; hayal kırıklığına uğratıp süründürmesin Zingarina gibi...'gibisinden bir tema ile karşılaşıyoruz. Vardır ya büyük filmlerin küçücük çıkış cümleleri... Fazla yabancısı olmadığımız bu cümleyi de bize en güzel anlatanlardan ve hatırlatanlardan da biri Tony Gatlif desek yalan olmaz…


DOLLS




22.İstanbul Film Festivali kapsamında ülkemizde gösterilen, Japon yönetmen Takeshi Kitano'nun 2002 yapımı filmi 'Dolls'u,batı sinemasına doymuş,farklı tatlar peşinde koşan izleyiciler için alternatif olabilir.Kitano'nun, kökleri 17.yüzyıla uzanan geleneksel Japon 'Bunraku Tiyatrosu' nun kukla bebeklerinden esinlenerek yarattığı karakterler, iç içe geçmiş üç farklı aşk hikayesinde hayat buluyor.

Yaklaşık 5 dakika süren kukla tiyatrosu ile açılış tamamlandıktan sonra sahnedeki bebekler kuklacı tarafından gerçek dünyaya indiriliyor.Filmin ilk hikayesi,ailesinin baskısı altında,şirket başkanının kızı ile mantık evliliği yapmak üzere iken ,eski sevgilisinin intihar haberini duyunca, herşeyi yüzüstü bırakıp geri dönen bir adam ile bilincini kaybeden ve kim için hayatına son vermek istediğini dahi hatırlamayan sevgilisi üzerine kurulu.Kızın otel odasında izlediği ve konuşmaya çalıştığı küçük melek heykelleri ,bilincini kaybederek bir nevi günahlarından arınmış melek konumuna ulaşmış kendi durumuna pek uygun düşmüş.Ayrıca,adamın farkında olmadan arabasıyla ezip geçtiği kelebek de bir nevi yine farkında olmayan zarar verdiği sevgilisi gibi.Hareketlerini kontrol edemeyen sevgilisini belinden, kırmızı bir urganla kendi beline bağlayıp Japonya'nın birbirinden güzel mekanlarında boy gösteren adamın pişmanlık,özür ve yine de umut dolu acı yürüyüşünün, filmin bu ilk hikayesine metaforik bir anlam yüklemekteki başarısı ise yine takdire şayan diğer bir durum. Birbirlerine sıkıca bağ!lı genç çiftin bu sabırlı yürüyüşü devam ederken, psikolojik olarak yorulan izleyici, yolculuğuna başka bir nevi aşk hikayesiyle devam ediyor.Fabrikada çalışırken aşık olduğu adam,yaşam koşulları yüzünden kasabayı terketmek zorunda kalmıştır,ancak umut dolu kadını, sevgisine inandığı adamı yıllar boyu beklemeye koyulur.Samuray patronu olan adam uzun yıllar sonra geçmişte unuttuğu biri olduğunu hatırlar ve eski buluştukları yere gider.İlk hikayeye hakim olan genç mutsuz aşıklar,ikinci hikayede yerini bir nevi ilkbaharını yaşayamayan, ikinci bahar umudu ile saplantılı bir ilişki içindeki yaşlı çifte bırakıyor.Hikaye devam ederken ilk hikayenin kahramanları da hafiften olaya katılarak hikayeler arasında ilişki kurulmaya çalışılmış.Bunu takiben filmin,ünlü ve güzel bir popstar ile kendisine deli divane platonik aşkla bağlı bir trafik memurunu konu edinen üçüncü halkası ekleniyor;böylece eş zamanlı üç sıkıntılı aşk vakasına tanıklık ediyoruz .İlk iki halkaya hakim ,bağlılık ve umut temaları son bölümde de etkisini fazlaca hissettiriyor ,hatta platonik aşığın verebileceğinin en iyisini 'sevgi' için feda ettiğini görüyoruz.

Bağlılık,aşk,umut,fedakarlık gibi olguları üç paralel hikaye ile harmanlamaya çalışan Kitano,bundaki başarısını geleneksel ve modern Japonya'nın naif sentezinde de kanıtlıyor.Gerek az konuşmalı yapısı,gerek bol tablovari sahneleri,gerekse de eklektik yapısı itibari ile izleyiciyi hem görsel hem duyusal hem de sanatsal açından tatmin eden film, Marquez'in de atfedildiği 'büyülü gerçekçilik' akımının sinema versiyonunu hatırlatıyor.Buram buram melankoli kokan 'Dolls' arada bir sonu hakkında umut vaadetse de melankoli-mutsuz son ikilisi yine şaşırtmıyor.Özellikle bilincini kaybeden kız ve sevgilisinin huzur ve afiyete kavuşmasını beklerken diğer hikayelerin kötü sonla bitmesi dereyi erken görmenize neden olabilir.Aragon'un 'Mutlu aşk yoktur.' dizesi gözlerinizin ününde canlanırsa şaşırmayın.

Filmin rahatsız edebilecek bir yönü 114 dakika gibi çok da kısa olmayan bir süre zarfında temponun kimi sahnelerde fazla ağır aksak ilerlemesi olabilir.Lakin filme hakim olan o ağır hüzün havasını, avantaja dönüşen yavaş tempo sayesinde izleyicinin de sindire sindire soluması sağlanmış.Uzak Doğu sinemasının izleyicide inanılmaz derecede duygu yoğunluğu yaratmadaki başarısı havasından mıdır bilinmez ancak,bunda yönetmenin çok büyük rolü olduğu yadsınamaz bir gerçek.Klişeleşmiş konusu itibariyle izlenmeden önce hafif bir önyargı yaratma ihtimali olsa da yönetmen koltuğundaki Kitano, 'iyi yönetmen,basit bir senaryodan bile etkileyici bir eser yaratandır' tezini fazlası ile doğruluyor.Kitano'nun bu filmle Venedik Film Festivali'nde de 'Altın Aslan' için yarıştığını da söylemekte fayda var.

Üç hikayede de ayrılan,kırılan ya da birleşemeyen kalpler,kader kurbanından çok,modern toplumların daha iyi hayat arayışları neticesinde feda ettiklerinin bir kurbanı durumunda.Başarı,para ya da şöhret uğruna geriye itilmiş ya da unutulmuş küçük sevgiler.Giriş ve gelişme bölümlerinin izleyiciyi büyülü bir gerçekçilik dünyasına soktuğu yaklaşık 2 saatlik süreç,sonuç itibariyle de izleyicinin bir süre oturduğu yerden kalkmasına mani oluyor ,modern zamanlarda aşk yok mudur,zor mudur? diye aklımızı ve kalbimizi yoklarken...





THE MATCH FACTORY GIRL(Tulitikkutehtaan tyttö\1990)




Danimarkalı Hans Christian Andersen yaklaşık 150 yıl önce Kibritçi Kız hikayesini yazarken gelecekte nice çocuğun kalbini parçalayacağını,dolaylı da olsa 19.yy kapitalizminin nice çocuğun zehirli oklarına hedef olacağını tahmin etmiş miydi bilinmez.Hayaller içinde donarak ölen küçük kibritçi kızın dramı,mutlu sonlarla bitmesi alışılagelen masallar alemi içinde küçük bir istisna da olsa bu onun zihinlerde daha derin yerlerde mekan bulmasını sağlamış,neredeyse her yetişkinin geçmişte yaşadığı-küçük de olsa- 'Kibritçi Kız' sendromu sık rastlanılan bir durum olmuştur.Bu hikayeden fazlaca etkilenen bir isim Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki ,masalın orjinal versiyonundaki noel gecesi karlı bir sokakta kibrit satan küçük kızın dramını,kibrit fabrikasında çalışarak hayatını kazanmaya çalışan genç Iris'in hikayesi ile 1990 yılında beyaz perdeye uyarlamıştır.

Oldukça anlayışsız ve acımasız anne ve babası ile yaşayan Iris gününü akıllara zarar bir kibrit fabrikasında çalışarak geçiriyordur.Çileli fabrika hayatının stresini biraz olsun atabilmek hem de onu bu dramdan kurtarabilecek zengin bir eş bulma umudu ile geceleri kulüplere gitmeye başlar.Başlangıçta erkeklerin dikkatini çekemese de bir gece şansı döner ve ruhsuz hayatına anlam verebilecek,onu refah bir yaşama kavuşturabilecek erkeği ile tanışır.Kısa zamanda çok iş başarsalar da Iris'in hayallerindeki ideal çift örneği yavaş yavaş 'gerçek' ile silinmeye başlar.Iris'in tek gecelik ilişki peşinde koşan yakışıklı sevgilisinden alacağı intikam ise Iris'i,masaldaki küçük kız imajından çok daha güçlü,çok daha feminist bir kalıba sokacaktır.
Masalın kaba modern bir versiyonu olarak nitelendirebileceğimiz film,70 dakika gibi tipik bir filme göre kısa sayılabilecek süreye sahip olmasına karşılık,etkisi boyundan oldukça büyük.Mesajlar adreslerine tam ulaşmış mı bilinmez ama film,genç bir kız üzerinden hem kadın-erkek ilişkileri,hem ebeveyn-çocuk ilişkileri,hem de insan-üretim araçları ilişkisi üzerine ayna tutarak, modern hayatların görülmek istenmeyen kısmını,izleyicinin çıplak,dolaysız,az ve öz biçimde görmesini sağlıyor.

Iris'in kibrit fabrikasındaki 'çalışma'sahneleri en soğukkanlı insanların bile hafiften ruhunu daraltacak türden.Statik bir gürültü içerisinde zaman geçtikçe Iris ve kibrit makineleri arasındaki o kalın çizgi flulaşmaya başlıyor,hangisinin gerçek makine olduğunu anlamak zorlaşıyor. Gündüzleri insana yakışır faaliyetlerden uzak olan Iris,fabrikada kaybettiği sıcaklığı ve ruhu akşamları ailesi ile bulmaya çalışsa da burada da hayal kırıklığına uğruyor.Oldukça kötü bir evde yaşayan çekirdek aile,kızlarından çok,geçinmek için kızlarının fabrikadan aldığı haftalıklarına bağlılar.Ebeveyn ve çocuk arasındaki korumacı,paylaşımcı ruh Iris'in evinde bencilce bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmüştür.Ne evde,ne işte aradığı mutluluğu bulamayan Iris'e ise tek seçenek kalmıştır:yakışıklı ve zengin,beyaz arabalı bir prens bulmak.Kısa zamanda hayaline kavuşuyor Iris,ancak tanıştıkları ilk gece adamın evine gidip beraber olmaları,Iris'in adama gerçek bir aşkla bağlı olup olmadığı konusunda kafada soru işaretleri yaratıyor.İlişkilerinde belki daha çok karşılıklı bir alış-veriş havasından söz etmek mümkün,lakin yine bu alışverişten Iris memnun kalmıyor,mutluluk yeniden parmaklarının arasından kayıp gidiyor.Iris ve adamın ilişkisi modern yaşamlar üzerinde ayakta kalmaya çalışan temeli hamurdan taştan bir ev gibi,ve dolayısıyla zamana direnemiyor ve Iris'in üzerine yıkılıyor.80 li yılların 'BanuAlkanGünerÜmitvari' ilişkisine de hafiften göz kırpan film,sonu itibari ile tamamen özgün bir yapıt teşkil ediyor.Pre-modern toplumların ikinci sınıf vatandaşı 'kadın',artık eve ekmek getiren,kendi inisiyatifi ile erkeklerle ilişiki kuran Iris kalıbına giriyor;ev işleri ve çocuklarla sınırlı 'temizlik' anlayışını,acı çekmesine neden olan her türlü parazitin 'temizlenmesi'ile genişletiyor,extra-feminist bakış açısıyla.Iris temizliğin sonucunu da kabul ediyor;ve bir anda suç ve ahlak sorgu masasına yatırılıyor.,suçluyu ve masumu ayırmak neredeyse imkansızlaşıyor.

18 yıl önce çekilen 'The Match Factory Girl'ün hikayesi,isim ve cinsiyet değiştirerek binlerce hayatta vücut bulan bir hikaye.Sosyal hayatların,aile ilişkilerinin ve duygusal ilişkilerin başına sıkça konulan tekdüze,ruhsuz,kalıplaşmış,bencil gibi sıfatlar gerek Amerikan,gerek Avrupa sinemasında gerekse de Uzak Doğu sinemasında sıkça işlenen yaftalardan.İskandinav sineması olarak da ayırabileceğimiz bu müziksiz,oldukça donuk ve soğukkanlı işlenen tema;kibritçi işçi kızın hikayesinde de çok başarılı olduğu gözlenleniyor.Bu başarıya İskandinav halkının tipik bembeyaz tenleri,donuk mavi bakışlarının da çok doğal bir katkısı olduğu söylenebilir.

Vakt-i zamanında Berlin film Festivali,Finlandiya'nın ulusal Jussi Festivali gibi organizasyonlardan 6 farklı ödül kazanan film,25. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde de 25 yılın altın filmleri bölümü altında gösterildi ve bulunduğu bölümü de hakeden yapımlardan birisiydi.Kibritçi Kız hikayesinin bu modern versiyonu traji-komik yapısı itibariyle hatırlanacak nadir masallardan biri olacaktır;her masal biraz gerçektir,her masal mutlu sonla bitmez diye diye kulaklarımızda sallanırken.





THIS IS ENGLAND!




26. Uluslararası İstanbul Film Festivali sayesinde vizyon yollarını gözlemeden izleme şansı yakaladığımız ,İngiliz yönetmen Shane Meadows'un kendi hayatından esinlenerek yazıp yönettiği filmi 'This Is England', 1980'lerin aşure tadında,Thatcher İngiltere'sine pembe gözlükleri çıkarıp,çıplak gözlerle bakabilen, politik sinemanın en iyi örneklerinden birisi.

Falkland savaşında babasını kaybeden 12 yaşındaki Shaun(Thomas Torgoose) duygusal,yalnız bir çocuktur.Okul dönüşünde tanıştığı dazlak grubunun lideri Woody(Joseph Gilgun) ile kısa zamanda yakınlaşır ve kendisi de bu gruba dahil olur.Başkalarına karşı zararlı hareketlerde bulunmayan,içinde Jamaikalı zenci Milky(Andrew Shim)'ye de yer veren dazlak grup,günlerini ince eğlencelerle geçirirler ta ki hapisten yeni çıkan radikal 'orijinal dazlak' Combo(Stephen Graham) ile karşılaşana dek ...

This is England ile hemen hemen aynı dönemleri işleyen bir diğer İngiliz filmi Billy Elliot idi.Babasının Thatcher- neo-liberalizmine karşı sendikal mücadele verdiği karmaşa içerisinde, 'kurtuluş'u dansta bulan Billy'den farklı olarak, Shaun şehit!düşmüş babasının bir nevi intikamını almak,içindeki üzüntüyü açığa vurmak gayesi ile zenofobik(yabancı düşmanı),milliyetçi bir kimliğe bürünmeyi tercih eder.Thatcher'a sövgü dolu duvar yazıları,Pakistanlı dükkan sahibine fiili ve sözlü taciz;Ben Sherman gömlekli,Doktor Martinez demirli botlu,pantolon askılı dazlak Shaun un karıştığı olaylardan birkaçı...1992 doğumlu genç oyuncu Thomas Torgoose' un ilk sinema filmi olduğunu tahmin etmek kolay değil.Kendine has sarışın-kızıl havası,hafif tombul vücudu,küçük burnu,masum gözleri,hem dramatik hem komik rollerde oyuncunun başarı defterine artı puan yazdırıyor.




Artık üzerinde batan bir güneşin olduğu eski imparatorluk İngiltere'nin ekonomik kriz,savaş,işsizlik gibi dikenli sorunlarla cebelleştiği 80'lerde, bunların sorumlusu tutulan Pakistan,Hindistan göçmenlerine ve dolaylı da olsa zencilere karşı alınan tutum ve davranışların temsilcisi olarak seçilen Combo karakteri Stephen Graham tarafından hakkı verilmiş bir rol.Dost kabul ettiği Milky'ye filmin sonlarına doğru aldığı bireysel tutum ise ırkçılığın acı ve acımasız yüzünü bir kez daha gözler önüne seriyor.Shaun tarafından denize fırlatılan ,mavi kan üstünlüğü ile beslenen bayrak belki onu mücadelesinde yalnız bırakıyor;lakin bu yolu daha dostça ,daha ahlaki araçlarla sürdürmesini sağlayacak yeni bir seçenek sunuyor. Filmin eleştirel ve siyasi mesajları bir yana çoğu genç oyuncunun ilk sinema filmi olmasına rağmen takdire şayan başarısı,dönem kıyafetleri,diyaloglar(özellikle Smell ve Shaun'un flört muhabbetleri), Shaun un annesini oynayan Cynth(Jo Hartley)'in ingiliz aksanlı ingilizcesi, görmeye ve duymaya değer filmin sadece birkaç parçası.Dönem filmlerinin şüphesiz bir diğer güzelliği soundtrack albümlerinde saklı.Tainted Love'dan Come on Eileen gibi çok sayıda coverlanmış klasik parçaların yanında,günümüzün naif grubu Gravenhurst'ün parçalarına da yer verilmiş olan albüm 80'lerin punk,skinhead,thatcher,savaş,zenofobi kaynayan birleşik krallık atmosferine cuk diye oturmuş.




Ülkemizde IF festivalinde gösterdiği gişe başarısını maalesef vizyon gişelerinde gösteremeyen This is England doğrusu çok daha büyük bir ilgi hakediyor.Kalitesini İngiliz Bağımsız Film Festivalinde'En İyi Film' ve 'Gelecek Vaat Eden En İyi Yönetmen' dallarında aldığı iki ödül ve Roma Festivalinde 'Jüri Özel Ödülü' ile kanıtlayan film umarım arşivinizde de ön sıralarda bir yer edinir.