14 Eylül 2010 Salı

Arabesk, Orhan, Reha.Sonrası yalan uleen!

Arabesk dünyasında en sevdiğim isim Orhan Gencebay olmuştur. Müzik zevkim gün geçtikçe ortak bir bedenden dört bir yana budaklanan dallar misali çok farklı yönlere gitse de Doğulu damarlarım müzik alanında da kendini sık sık gösterir.

Çocukluğumun önemli 'pastime' aktivitesi olan eski Türk filmlerini izlemek de gerek Türk Sanat müziğine gerekse de arabeske olan gayri-ihtiyari ilgimin temelini oluşturmuştur. Gayri-ihtiyari diyorum, malum kimi çevrelerde bir Emrah bir Kibariye dinliyorum demek ezici bakışların size yönlenmesine neden olabiliyor. Ben de oturup bütün gün Kibariye dinliyor değilim ya da Gencebay ama bir radyoda ya da bir filmde kulağıma çalınsa bu sanatçıların dertlerine ortak oluyorum ve dnlerken en az tapındığım parçalar kadar zevk alıyorum.

Başa dönecek olursak arabesk dünyamız malum geniş ama alnının akıyla zamana direnen pek az isim var. Orhan Gencebay'da benim favorimdir. Özellikle parçalarının Türk Sanat müziğine yaklaştığı parçaları sanatsal açıdan da gözardı edilemez. Söz yazarlığı konusunda da bestekarlık kadar iyi iş çıkarıyor. Tabi ki eserlerinin sanat seviyesini ölçmek bana düşmez ama bir Ferdi Tayfur,Cengiz Kurtoğlu ve selefleri takımının fazlaca ağlamaklı yorumları karşısında Gencebay'ınkiler hemen farkedilmektedir.

Konuya odak noktası olarak arabeske değinmemdeki neden geçenlerde Fazıl Say'ın bu konudaki yorumlarına tekrar rastlamam oldu. Modernleşirken geçmişini yaşanmamış farzeden kimi aydınlar gibi arabeske demediğini bırakmamıştı. Görüşlerine saygım sonsuz lakin bunun ne kadar da gereksiz bir açıklama olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Say beyefendi arabeske olan nefretini kusmuş, kusmuş da kendini rahatlatmaktan başka bir işe yaramamış. Amerika'da da benzer toplumsal bir tabakadan doğan caz müziğini yere göğe sığdıramaz kesin ama bizim toplumdan çıkan aynı durumu bir cehalet ucuzluk abidesi olarak yaftalar. İlginç insanlar.

Tanımlamak sınırlamaktır. Birşeylerin arasına saf,kesin çizgiler çekmek de bence sinik bir davranıştır-bir o kadar da gerçekten uzaktır. Türkiye ve Türkiyeli olmak konusunda da yıllar boyu gündemi meşgul eden bir 'Doğulu musun' 'Batılı mısın' sorusu var. Gerek coğrafi konum gerekse de siyasi tarihimiz nedeniyle hep arada kalan bir toplum olduğumuz aşikar. Sanki batılıyız desek bizi Avrupa Birliği, doğuluyuz desek Arap Birliği sınırları içerisine hapsedecek bir görünmez el var. Ama nedense hep net bir cevap peşindeyiz. Ben şahsen bu melezliğin bu sentezin bu eklektizmin tadını çıkarıyorum. Birbirine zıt o kadar farklı şeylerden hoşlanmamda da bu durumun etkisi olduğu zannediyorum. Dede Efendi besteleriyle derya denize dalıp Lady Gaga'nın Alejandro'suyla dans ediyorsam bence ülkemizin melez yapısı bunda etkilidir. Ben İngiltere'ye göre hem bir doğulu Afganistan'a göre hem batılı Arabistan'a göre hem kuzeyli İzlanda'ya göreyse hem de güneyliyim. Herşeyden önce ben bir insanım. Ve insanın beslendiği kültüründen birşeyler alması hiç de utanılacak bir davranış değil. Fazıl bey beslenememişse biz napalım...

Yeniden Gencebay konusuna dönecek olursam. Reha Erdem. Post-modern çizgide gidip gelen günümüzün en iyi yönetmenlerinden. Bir önceki filmi 'Hayat Var'da kullandığı parçalar ise Gencebay ile olan bağlantısı. 90lı yıllarda arabesk piyasada patlamış ama diğer parçaları kadar popüler olamamış bir parça:Aklım Takıldı. Göreceli olarak fazlaca oryantal hatta oynak, sözleri açısından da pek de parlak olmayan bu şarkı bu filmin öyle bir yerinde kullanılıyor ki ben şahsen sanatsal uyumun zirvelerinden biri olan bu an karşısında gözyaşlarımı tutamadım.Filmde kullanılan diğer bir parça ise 80li yıllarda Mine Koşan tarafından yorumlanan 'Dert Bende Derman Sende'.İsminden çekmediği kalmamış küçük kız Hayat'ın izleyiciyi boğduğu bir sahnede arkada çalınan bu parça bence arabesk müziğin sanatsal açıdan tavan yaptığı durumlardan birisi oldu.Bu iki parçanın sanatsal açıdan film ile uyumu dışında beni etkileyen diğer durum bu filmi yapanın Reha Erdem olmasıydı.İzlediğim film 80lere ait ucuz bir yönetmenin elinden çıkmış olsa beni şu an düşündüğüm şeye sevketmezdi sanırsam. Sonuçta Reha Erdem bahsettiğim aydın!lardan çok daha fazla Avrupa görmüş birisi nerdeyse kültürel açıdan Fransız bile diyebiliriz. Bu avangardlığa rağmen böylesi gerçek ve samimi bir film yapıp arkaya da en az senaryo kadar gerçekçiliğe sahip arabesk kültürün parçalarını serpiştirmiş. Türkiye toplumunda varolmuş bir gerçekliği ucuz ve etik dışı olarak nitelemek yerine kendi sinemasal gücünün de etkisiyle bu parçaları sinema tarihinin en samimi en estetik sahnelerinin birer öğesi haline getirebilmiştir. Her ne kadar toplumsal olarak aşağılansa da arabesk müzik bence herkesin kalbini bir kerecik olsa da sıkıştırmış ya da zorla kabullenilen bir acı gerçeğin haykırılmasına neden olmuştur. O yüzden bazı gerçekliklere ayh ıyk diyerek imalı bakış atanlara selam ederim...


Filmi izlemeden böyle kopuk kopuk etkisi olmuyor ama en azından şarkıları dinlemek için de koydum.İzleyenler ise tekrar bu şahane sahneleri izlesinler...





Death Note


Adem'den bu yana insanoğlu ile kol kola evrimleşip kompleks bir boyuta giren suç unsuru popülerliğini hiç kaybetmemiş, insan doğasının kötü niyetli ve şiddete eğilimli olduğu iddiasının her daim somut göstergesi olmuştur. Yaratıcı zekânın nimetleriyle şekilden şekle giren suçların sahipleri ise kimi zaman cennetten kovulmuş; kimi zaman aslanlara yem olmuş; kimi zaman da diri diri kuma gömülmüştür. Aydınlanma ile başlayan hümanist açılım, modern devletin de kurumsallaşmasıyla suç ve ceza alanında ciddi düzenlemeler getirmiş, hukuk kuralları ve insan hakları temelinde yükselen adil bir ceza sistemini olası kılmıştır. Son yıllarda idam cezasının da yavaştan tedavülden kaldırılmasıyla gittikçe tekdüzeleşen ceza çeşitleri en azılı suçlular ile adi suçluları bile aynı mekân içerisine sokmuştur. Böylesi bir sistem de suç ve ceza terazisinin eşit ve adil olduğu konusunda kafada her daim soru işaretleri bırakmıştır. Bir hayatı yok eden ya da yaşanamaz hale getiren bir suçluya verilecek cezanın ne olacağı konusunda yargı ve ceza yasasının adil bir karar vereceğine şüpheyle yaklaşanlar da pekâlâ vardır. Ya dünyada adaletin var olduğuna inanmayanların, diğer taraftaki ilahi adaletle de pek enterese olmayanların ellerine "Ölüm Defteri" adlı büyük bir fırsat geçerse?

2003 yılında Tsugumi Ooba tarafından yazılan, serüvenine manga olarak başlayıp 2006 yılında tv dizisi haline getirilen Japon anime harikası "Death Note" odak noktasına suç ve ceza ilişkisi arasındaki ince ve sorunsal çizgiyi yerleştirip; suçun neden işlenildiğinden çok, nasıl engellenebileceğini kendisine tartışma konusu olarak seçiyor. Hikâye, tüm hayatı defterine ölecek kişilerin isimlerini yazmak ve poker oynamakla monotonlaşan ölüm meleği (Shinigami) Ryuk'ün sırf atraksiyon amaçlı defterini insan dünyasına düşürmesiyle başlıyor. Defteri bulan şanslı(!) kişi ise Einsteinvari hayli yüksek bir zekâya sahip, küçük yaşına rağmen kariyeri bol ödül ve başarılarla yükselen lise öğrencisi Light Yagami oluyor. Günden güne yükselen suç oranı ve dünyanın kötüleşmesi karşısında küçük vicdanı rahat etmeyen, sosyal sorumluluk bilincine sahip kahramanımız, bu dünyada var olmadığına inandığı adalet ve iyiliği kendi inisiyatifiyle yaratmaya çalışacaktır.

İlk başta "Ölüm Defteri"ni ciddiye almasa da kısa sürede ona büyük bir vatandaşlık misyonu yükleyen Light, ilk olarak yaşadığı Tokyo'daki hapishanelere odaklanır. Defterine yazdığı kişilerin ölebilmesi için tam isimlerine ve yüzlerini görmeye ihtiyaç duyan Light, günlük gazetelerde ve TV haberlerinde adeta suçlu avına başlar. Özel bir ölüm şekli yazılmadıkça deftere ismi yazılan suçlular kalp krizi geçirerek ölmektedir. Kısa sürede yüzlerce suçlunun ölmesi tüm dünyada sansasyonel bir durum yaratır. Light'nun tahmin ettiği gibi suç oranında da azalmalar görülür Kimliğini saklayarak Azrail görevini üstlenen Light, tartışmaların odak noktasıdır ve halk arasında Kira olarak anılmaya başlar. Kimine göre dünyada mutluluk ve iyilik getirecek olan bir kahraman; kimine göre ise suçlu bile olsalar her şeyden önce birer insan olan mahkûmları öldüren ve ölüm cezasıyla suçlanması gereken bir katildir. Yaptığı şeyin ahlaki olarak yararlılığına inanan ve önüne çıkan her engeli-suç işlememiş masum insanlar bile olsalar- öldürmeye başlayan Light, "Ölüm Defteri"nin sırrını saklı tutmayı başarır taa ki birisi sahneye çıkana dek...

Ergen çocuk psikolojisini en iyi kim anlayabilir? Tabi ki aynı yaştaki diğer bir ergen. Light'nun kıvrak zekâsıyla yarışacak, onun davranış psikolojisini çözerek bir sonraki adımını tahmin edebilecek dizinin diğer kahramanı "L", varoluş amacını Kira'nın deşifre edilip adalete teslim edilmesi olarak belirleyecektir. Dünyada Interpol'ün bile çözemediği en çetrefilli davaları bile nev-i şahsına münhasır stratejileriyle apaçık eden L de güvenlik ve prensip bakımından kimliğini saklamaktadır. Kısa süre içinde yan yana gelecek olan L ve Light'nun zekâlarıyla insanı mest eden şovları iki cambazdan birinin ipten düşmesiyle sonuçlanacaktır lâkin hikâye burada bitmeyecektir.

Her ne kadar Light ve L yaş, zeka ve davranış bakımından tıpkısının aynısı konumunda olsalar da suç ve ceza nosyonlarına bakış açıları bir hayli farklıdır. Öldürdüğü suçluların insanlara ibret olacağı düşüncesiyle kısa zamanda kurmayı planladığı suç ve kötülükten arındırılmış yeni bir dünyanın efendisi olmayı amaçlayan; zeki ve yakışıklı olduğu kadar şukela ve hırslı da olan Light tüm insanlık adına yararlı olarak gördüğü sonuç uğruna ahlaksız yolları meşrulaştıran Machiavellian tarzı bir düşünce yapısına sahiptir. Light'nun tek ve en büyük rakibi L ise sonuçlardan çok sürecin adil ve insancıl olmasına dikkat eden, Light kadar zeki ama bir o kadar dağınık ve absürt bir tarza sahiptir. Seri katil olarak gördüğü Kira'nın adaletin yüce ellerine teslim edilip idam cezası ile çarptırılması gerektiğine gönülden inanan L acaba hedefine ulaşabilecek midir? Yoksa Light'nun ayakları altına alınıp yeni dünyanın efendisinin kölesi mi olacaktır?

20'şer dakikalık 37 bölümden oluşan "Death Note" ilk bölümünden final bölümüne kadar zeka ve yaratıcılık dolu diyalogları ve sofistike kurgusuyla izleyicinin kafasını bir an olsun bile boş bırakmayan bir yapım. Karakterler her ne kadar boya kalemleriyle yaratılmış olsa da kısa zamanda anime sınırlarını aşıp, zihinlerde ete kemiğe bürünüyor, izleyiciyle duygusal bir ilişki kuruyor. İlginç bir konuyla süper bir başlangıç yapıp birkaç bölümden sonra saçmalayıp kendi kendini imha eden bazı yapımların aksine, Death Note her bölümde yan kahramanlar, ölüm defterinin yeni kuralları ve dallanıp budaklanan enteresan hikâye kurgusuyla kendini sürekli yeniliyor. Kanımca sinema ve tv tarihinin en kaliteli yapımlardan birisi olarak adlandırılması abes kaçmayacak bu yapım, küçük, çalışkan ve de zeki insanların diyarı Japonya'ya bir kez daha sevgi, saygı ve hayranlık içinde bakmamıza neden oluyor.

PS:

1-37 bölümün sonunda diziyi, dünya çapında kazandığı başarı sonrası beyaz perdeye taşıyan yapımcılar maalesef aradıklarını bulamamışlardır. Dizinin tamamını kısa bir süreye sıkıştıran yapımı şahsım henüz görmese de görmek de istememektedir. Light, L ve ileriki bölümlerde tanışacağınız Misa Misa'nın çizgilerde yaşatılması gerektiğine inanaraktan filmi izleme şansına(!) erişmiş dostların ağzından da pek hoş şeyler duymamaktayım. Ki illaki izlicem derseniz paşa gönlünüz bilir...

2-Ben anime sevmem, ayhh, ıyhh, o ne bee çocuk işi diyip burun kıvıranlara sözüm. Bu sözlere bizzat şahit olmuş bir şahıs olaraktan (ben de öyle demiştim ayrıca) böyle diyenlerin 2 bölüm sonra tövbe çekip Death Note diye diye nirvanaya ulaşmalarına da tanıklık etmişliğim vardır.

3-Jenerik müziğine istediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz. Cidden çok çok kötü:)

4-L mi Light mu diye sorarsanız şahsıma sapına, pazara ve mezara kadar "L" derim... Candy'nin yavuklusu Terry'den sonra 2. anime aşkımdır kendileri...

Küçüktüm ufacıktım bir film izledim ve Clint Mansell'le tanıştım. O zamanlar Britney ve Backstreet Boys'un popidik şarkılarıyla özümü keşfetmeye çalışırken sayko İngiliz yapımı “The Hole” (Naomi Watts'ın da oynadığı aynı isimli korku-gerilim filmiyle karıştırmayın) filmini izlerken jenerikte çalan elektronik parçaya aklım fena takılmıştı. VCD’nin sonunda parçanın "The Hole Main Theme" olarak Clint Mansell'e ait olduğunu öğrensem de ne interneti ne de bilgisayarı olan ben bu nadide eseri filmi başa alarak dinlemek zorunda kalmıştım. Yaklaşık 2002 yılının sonlarına tekabül eden bu zaman diliminden günümüze Clint Mansell aşkım böylece başlamış oldu.

O zamana dek klasik müzik bilgim Vivaldi'nin "Four Seasons"ı ya da Mozart, Bach gibi bestecilerin birkaç eseri ile sınırlıydı. Bunlara ilâveten Levis'ın "Freedom to Move" adlı reklam kampanyasında kullandığı Handel'in "Sarabende in D Minör" parçasını da favori listeme eklesem de bu zamana kadar klasik sanatçılara hep mesafeli olmuşumdur. Lakin yaylılar ve piyano eşliğinde çalınmış ambient, post-rock ya da minimal film score'larına hele de dark-elektro tonlarıyla süslenmişse bir o kadar da kanım ısınmıştır. O yüzden Clint Mansell'i yazmayı konu edinmiş biri olarak ne klasik müzik aşığı ne de bu sınırlı bilgisiyle bilmişlik yapıp modern klasik müzik böyle yapılır imajı vermek istemem. Bu yüzden Clint Mansell’i "contemporary composers" olarak adlandırılan janrı yüz akıyla temsil eden nadide adamlardan birisi olarak addetmemde bir sakınca görmüyorum.

İngiliz gülü Clint Mansell müzik dünyasına 1986 yılında kurulan "Pop Will Eat Itself" adlı elektronik-punk grupta gitarist ve ön vokal olarak başlamış, bu grup 1996'ya kadar da aktif olarak devam etmiş. Bu sıralarda Darren Aronofsky de ilk filmi "Pi"yi çekme planları yaparken bir arkadaş vesilesiyle Clint Mansell ile tanışmış ve ona filmin müziklerini yapmayı teklif etmiş. Üç parçasıyla filmin soundtrack albümünde yer alan Mansell filmin müziklerini yaparken 1978 yapımı “Halloween” ve 1989 yapımı “Iron Man” filmlerinden etkilendiğini; parçaların karanlık punk-rock ve endüstriyel taraflarının yanı sıra modern film müziklerinde özlediği şeyin muhteşem tunelar olduğunu ve “Pi”de de bunu yakalamaya çalıştığını ifade eder. Günümüze kadar devam edecek olan bir elmanın iki yarısı Aronofsky - Mansell birlikteliği de böylece başlamıştır.

Clint Mansell eskaza Darren Aronofsky ile tanışmayıp “Requiem for A Dream OST” adı altında Clint Mansell parçalarına rastlanılmasaydı bu dünyada neler değişirdi hayal edin. Birçok Hollywood filminin orijinal score'larını hacılayıp arka plana yerleştirip reyting yükseltmeye çalışan TV kanalları ne yapardı bir düşünün. Özellikle “Requiem for a Dream” soundtrack albümünün gözbebeği olan "Lux Aetarna" parçası olmasaydı Show TV ve ATV haber bültenleri ne hale gelirdi ben şahsen hayal edemiyorum. Ulusal sınırlar dışında ise orkestral versiyonuyla “Yüzüklerin Efendisi: İki Kule” ve “Avatar” da dâhil olmak üzere “Sunshine”, “I'm Legend”, “King Arthur” gibi popüler yapımların fragmanlarında (Ne Clint Mansell ne de Darren Aronofsky tarafından istenmese de neredeyse zorla kullanılmış) ayrıca PC oyunlarından, spor müsabakalarına, sirklerden TV dizilerine kadar sayısız yerde de kullanılan bu parça ve genel olarak albüm şüphesiz filmin de ününü aşarak popüler kültürün kült bir parçası haline gelmiştir.

Mansell'in “Pi”den sonraki çalışması olan bu albümün ilk özelliği filmde kullanılan tüm parçaları kapsamasıydı. "Summer", "Fall" ve "Winter" başlıkları altında oldukça karanlık ve trajik bir hikâyeye eşlik eden parçalar “Pi”nin soundtrack’inden farklı olarak elektronik tınılardan çok kendini yaylıların egemenliğine bırakmıştı. Tüyleri diken diken etme yeteneğine sahip solo keman ve çello tınıları filmin ağır havasıyla bütünleşince ortaya inanılmaz bir şölen çıkmıştı. Müzik felsefesi olarak "ritim, bas ve melodi" denklemini benimseyen Mansell orkestra versiyonu yerine solo yaylıları tercih etme nedenini de solonun daha insancıl, daha üzücü ve duygusal olmasıyla açıklıyor. Bu parçaların filmle bu kadar iyi gitmesinin önemli bir sebebi de kuşkusuz kimler tarafından çalındığıydı. Bestecisi Mansell olmasına rağmen Amerikan'nın ünlü modern klasik müzik dörtlülerinden "Kronos Quartet" tarafından yorumlanan albüm aynı zamanda son zamanların en iyi performans örneklerinden de birisi olmuştur.

2006 yılına kadar farklı yönetmenlerle çalışan Mansell, çoğu zaman kendine ait bir albüm yapmak yerine filmlerin soundtrack albümlere birkaç şarkıyla katkıda bulunmuştur. Yukarda bahsettiğim “The Hole” filminin tema parçası olarak düzenlenen şarkı da Mansell'in dark-elektro günlerine adeta bir selamı olmuştur. Bunun dışında “Abandon”, “Murder by Numbers”, “Sahara” gibi gişe filmlerinin albümlerini hazırlasa da bu albümler, “Requiem for a Dream” seviyesinde bir başarıya nail olamamıştır.

Bir elmanın iki yarısı diye nitelendirdiğim bu iki büyük adam, bir diğeri olmadan yaşayamıyor gibi. Birisi görüntülüyor, diğeri besteliyor ve ortaya her zaman nefis bir melez çıkıyor. Daha önce Darren Aronofsky hakkında bir inceleme yazısında Aronofsky filmlerini betimlerken şöyle bir cümle kullanmıştım:

"Doğanın giz kilidini açacak anahtarların peşindeki bilim adamları, kimi zaman Tao’nun kimi zaman pozitif bilimlerin rehber olduğu araştırmalar, gerçek-hayal ya da rüya arasında gidip gelen, efsane ve mitlerle beslenen insan zihni ve bedeninin büyülü yolculuğu, kimi zaman aşktan kimi zaman uyuşturucudan acı çeken sevgililer; ya da ölüm ve ölümsüzlük üzerine sorulmuş soruların cevabını arayış… "

Aronofsky filmlerinde bu gibi dertlerle uğraşırken bu ağır süreçte ona en çok yardımı yapan da şüphesiz Clint Mansell'dir. Birbirlerinin dilinden anlayan bu iki usta en başarılı meyvelerini de beraber çalışarak vermiştir. İlk iki yapımdan sonra üçüncü beraberlik ise 2006 yılında çekilen "The Fountain" filminde olacaktır. Benim için hem sinematografi hem de müzikal manada anlatması en zor yapımlardan birisi "The Fountain". İnanılmaz bir görsellik Mansell besteleriyle sinematografinin tavanına vurmuştur. Albüm yine elektronik öğelerden uzaktır. Tekrarlarla vurgulanan samplelar yaylıların ve piyanonun minimal tonları ve kimi yerde davula benzer yerel enstrümanların uyarıcı sesi ile seyirciye unutamayacağı bir şölen yaşatır. “Requiem for a Dream”in soundtrack’inde olduğu gibi bu albüm de Kronos Quartet tarafından yorumlanır. Mansell ve Aronofsky bu grubu dünyanın en iyisi olarak niteler ki doğru söze ne hacet... Kronos Quartet'nin yanında Mogwai de albümün performansında katkıda bulunmuştur.

“The Fountain” sonrası 2006 yapımı “Smokin' Aces” filminin soundtrack’ine Mansell "FBI", "Dead Reckoning" ve "Shell Shock" adlı üç parçasıyla katkıda bulunmuştur. Bu parçalarda da iyi melodi, iyi bas ve iyi ritim üçlüsü kendini hissettirmiş, hem hüzünlü hem de güçlü bir sound olarak akıllarımızda kalmıştı. Bu üç şarkıda God is an Astronaut ve God Speed You Black Emperor esintileri olduğunu da ekleyebiliriz.

2007 yılında Aronofsky diğer üç filminden oldukça farklı bir yapımla karşımıza çıkar. Eski bir boksörün hüzünlü yaşamından kesitler içeren filmin soundtrack’inde yine bir sürpriz olarak Clint Mansell'i tek şarkıyla görürüz. Slash'in gitarıyla eşlik ettiği Mansell parçası tema şarkısı olsa da filmde eski popüler rock şarkıları daha ön plana çıkar. Birbirlerinden bağımsız olamayacağını düşündüğümüz bu iki isim “The Wrestler”da küçük bir ayrılık yaşasa da bu durum, birbirlerinden bağımsız işler yapsalar dahi pekala iyi işler başardıklarının da kanıtıdır. Yine de alışılmış Aronofsky dramlarında Mansell imzasını görmek de hayranlarını her daim mutlu edecektir.

Son olarak Mansell, bilim-kurgu janrında kendinden oldukça söz ettiren İngiliz Bağımsız Film Ödülleri'nde "En İyi Bağımsız Film" ve Bafta ödüllerinde de "En İyi İlk Film" ödülünü alan "Moon" filminin soundtrack’ini hazırlamıştır. Klostrofobik bir ortamda kimlik sorunu yaşayan bir astronotun dramını şüphesiz Mansell'den başkası bu kadar iyi yansıtamazdı. “The Fountain”ın soundtrack’indeki gibi bu albümde de sample tekrarları çok sık görülür; ve bu samplelar parçalardaki gizemli tonlarla birleşerek trip-hop'a hafiten göz kırpmaktadır. “Welcome to Lunar Industries” adlı parçasıyla bizi de bu karanlık hikâyeye davet eden Mansell, yine Aronofsky'den bağımsız bir iş yapmış; ama parçalarındaki gizem, dram ve hüzün alışılmış kalitesini korumuş, son dönemlerin en iyi soundtrackler’inden biri olmuştur.

Görsel imgeyi notalara dökmek… Clint Mansell bunu başaran nadir bestecilerden birisi. Biz onu Aronofsky yapımlarıyla tanıdık, sevdik, hatta taptık. Mansell mi Aronofsky filmlerini adam ediyor; yoksa Aronofsky filmleri mi Mansell ezgilerini ilahlaştırıyor, bunu kestirmek zor. Ama beraber de olsalar, bağımsız işler de yapsalar her zaman ortaya takdir edilesi eserler çıkarmayı başardılar. Yine de kanımca çoğu hayranı -ki buna ben de dâhilim- yarım elmalar yerine kıpkırmızı bol sulu leziz mi leziz bir tam elma yemeyi tercih eder. Pamuk Prensesin yediği gibi insanın boğazında kalan; ama farklı olarak bir yandan acı verirken diğer yandan ruh ve bedende eşsiz bir tat bırakan elma.

Dipnot: Yeni başlayanlar için Clint Mansell - “The Hole Main Theme”, “Death is Road to Awe”, “Lux Aetarna”, “Welcome to Lunar Industries”, “Shell Shock”…

Lastfmvari bir benzerlik yapacak olursak da; eğer bu isimleri seviyorsanız Mansell’i de seveceksiniz:

Philip Glass, Yann Tiersen, Zbigniew Preisner, God is an Astronaut, Mogwai, Erik Satie