14 Eylül 2010 Salı

Arabesk, Orhan, Reha.Sonrası yalan uleen!

Arabesk dünyasında en sevdiğim isim Orhan Gencebay olmuştur. Müzik zevkim gün geçtikçe ortak bir bedenden dört bir yana budaklanan dallar misali çok farklı yönlere gitse de Doğulu damarlarım müzik alanında da kendini sık sık gösterir.

Çocukluğumun önemli 'pastime' aktivitesi olan eski Türk filmlerini izlemek de gerek Türk Sanat müziğine gerekse de arabeske olan gayri-ihtiyari ilgimin temelini oluşturmuştur. Gayri-ihtiyari diyorum, malum kimi çevrelerde bir Emrah bir Kibariye dinliyorum demek ezici bakışların size yönlenmesine neden olabiliyor. Ben de oturup bütün gün Kibariye dinliyor değilim ya da Gencebay ama bir radyoda ya da bir filmde kulağıma çalınsa bu sanatçıların dertlerine ortak oluyorum ve dnlerken en az tapındığım parçalar kadar zevk alıyorum.

Başa dönecek olursak arabesk dünyamız malum geniş ama alnının akıyla zamana direnen pek az isim var. Orhan Gencebay'da benim favorimdir. Özellikle parçalarının Türk Sanat müziğine yaklaştığı parçaları sanatsal açıdan da gözardı edilemez. Söz yazarlığı konusunda da bestekarlık kadar iyi iş çıkarıyor. Tabi ki eserlerinin sanat seviyesini ölçmek bana düşmez ama bir Ferdi Tayfur,Cengiz Kurtoğlu ve selefleri takımının fazlaca ağlamaklı yorumları karşısında Gencebay'ınkiler hemen farkedilmektedir.

Konuya odak noktası olarak arabeske değinmemdeki neden geçenlerde Fazıl Say'ın bu konudaki yorumlarına tekrar rastlamam oldu. Modernleşirken geçmişini yaşanmamış farzeden kimi aydınlar gibi arabeske demediğini bırakmamıştı. Görüşlerine saygım sonsuz lakin bunun ne kadar da gereksiz bir açıklama olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Say beyefendi arabeske olan nefretini kusmuş, kusmuş da kendini rahatlatmaktan başka bir işe yaramamış. Amerika'da da benzer toplumsal bir tabakadan doğan caz müziğini yere göğe sığdıramaz kesin ama bizim toplumdan çıkan aynı durumu bir cehalet ucuzluk abidesi olarak yaftalar. İlginç insanlar.

Tanımlamak sınırlamaktır. Birşeylerin arasına saf,kesin çizgiler çekmek de bence sinik bir davranıştır-bir o kadar da gerçekten uzaktır. Türkiye ve Türkiyeli olmak konusunda da yıllar boyu gündemi meşgul eden bir 'Doğulu musun' 'Batılı mısın' sorusu var. Gerek coğrafi konum gerekse de siyasi tarihimiz nedeniyle hep arada kalan bir toplum olduğumuz aşikar. Sanki batılıyız desek bizi Avrupa Birliği, doğuluyuz desek Arap Birliği sınırları içerisine hapsedecek bir görünmez el var. Ama nedense hep net bir cevap peşindeyiz. Ben şahsen bu melezliğin bu sentezin bu eklektizmin tadını çıkarıyorum. Birbirine zıt o kadar farklı şeylerden hoşlanmamda da bu durumun etkisi olduğu zannediyorum. Dede Efendi besteleriyle derya denize dalıp Lady Gaga'nın Alejandro'suyla dans ediyorsam bence ülkemizin melez yapısı bunda etkilidir. Ben İngiltere'ye göre hem bir doğulu Afganistan'a göre hem batılı Arabistan'a göre hem kuzeyli İzlanda'ya göreyse hem de güneyliyim. Herşeyden önce ben bir insanım. Ve insanın beslendiği kültüründen birşeyler alması hiç de utanılacak bir davranış değil. Fazıl bey beslenememişse biz napalım...

Yeniden Gencebay konusuna dönecek olursam. Reha Erdem. Post-modern çizgide gidip gelen günümüzün en iyi yönetmenlerinden. Bir önceki filmi 'Hayat Var'da kullandığı parçalar ise Gencebay ile olan bağlantısı. 90lı yıllarda arabesk piyasada patlamış ama diğer parçaları kadar popüler olamamış bir parça:Aklım Takıldı. Göreceli olarak fazlaca oryantal hatta oynak, sözleri açısından da pek de parlak olmayan bu şarkı bu filmin öyle bir yerinde kullanılıyor ki ben şahsen sanatsal uyumun zirvelerinden biri olan bu an karşısında gözyaşlarımı tutamadım.Filmde kullanılan diğer bir parça ise 80li yıllarda Mine Koşan tarafından yorumlanan 'Dert Bende Derman Sende'.İsminden çekmediği kalmamış küçük kız Hayat'ın izleyiciyi boğduğu bir sahnede arkada çalınan bu parça bence arabesk müziğin sanatsal açıdan tavan yaptığı durumlardan birisi oldu.Bu iki parçanın sanatsal açıdan film ile uyumu dışında beni etkileyen diğer durum bu filmi yapanın Reha Erdem olmasıydı.İzlediğim film 80lere ait ucuz bir yönetmenin elinden çıkmış olsa beni şu an düşündüğüm şeye sevketmezdi sanırsam. Sonuçta Reha Erdem bahsettiğim aydın!lardan çok daha fazla Avrupa görmüş birisi nerdeyse kültürel açıdan Fransız bile diyebiliriz. Bu avangardlığa rağmen böylesi gerçek ve samimi bir film yapıp arkaya da en az senaryo kadar gerçekçiliğe sahip arabesk kültürün parçalarını serpiştirmiş. Türkiye toplumunda varolmuş bir gerçekliği ucuz ve etik dışı olarak nitelemek yerine kendi sinemasal gücünün de etkisiyle bu parçaları sinema tarihinin en samimi en estetik sahnelerinin birer öğesi haline getirebilmiştir. Her ne kadar toplumsal olarak aşağılansa da arabesk müzik bence herkesin kalbini bir kerecik olsa da sıkıştırmış ya da zorla kabullenilen bir acı gerçeğin haykırılmasına neden olmuştur. O yüzden bazı gerçekliklere ayh ıyk diyerek imalı bakış atanlara selam ederim...


Filmi izlemeden böyle kopuk kopuk etkisi olmuyor ama en azından şarkıları dinlemek için de koydum.İzleyenler ise tekrar bu şahane sahneleri izlesinler...





Death Note


Adem'den bu yana insanoğlu ile kol kola evrimleşip kompleks bir boyuta giren suç unsuru popülerliğini hiç kaybetmemiş, insan doğasının kötü niyetli ve şiddete eğilimli olduğu iddiasının her daim somut göstergesi olmuştur. Yaratıcı zekânın nimetleriyle şekilden şekle giren suçların sahipleri ise kimi zaman cennetten kovulmuş; kimi zaman aslanlara yem olmuş; kimi zaman da diri diri kuma gömülmüştür. Aydınlanma ile başlayan hümanist açılım, modern devletin de kurumsallaşmasıyla suç ve ceza alanında ciddi düzenlemeler getirmiş, hukuk kuralları ve insan hakları temelinde yükselen adil bir ceza sistemini olası kılmıştır. Son yıllarda idam cezasının da yavaştan tedavülden kaldırılmasıyla gittikçe tekdüzeleşen ceza çeşitleri en azılı suçlular ile adi suçluları bile aynı mekân içerisine sokmuştur. Böylesi bir sistem de suç ve ceza terazisinin eşit ve adil olduğu konusunda kafada her daim soru işaretleri bırakmıştır. Bir hayatı yok eden ya da yaşanamaz hale getiren bir suçluya verilecek cezanın ne olacağı konusunda yargı ve ceza yasasının adil bir karar vereceğine şüpheyle yaklaşanlar da pekâlâ vardır. Ya dünyada adaletin var olduğuna inanmayanların, diğer taraftaki ilahi adaletle de pek enterese olmayanların ellerine "Ölüm Defteri" adlı büyük bir fırsat geçerse?

2003 yılında Tsugumi Ooba tarafından yazılan, serüvenine manga olarak başlayıp 2006 yılında tv dizisi haline getirilen Japon anime harikası "Death Note" odak noktasına suç ve ceza ilişkisi arasındaki ince ve sorunsal çizgiyi yerleştirip; suçun neden işlenildiğinden çok, nasıl engellenebileceğini kendisine tartışma konusu olarak seçiyor. Hikâye, tüm hayatı defterine ölecek kişilerin isimlerini yazmak ve poker oynamakla monotonlaşan ölüm meleği (Shinigami) Ryuk'ün sırf atraksiyon amaçlı defterini insan dünyasına düşürmesiyle başlıyor. Defteri bulan şanslı(!) kişi ise Einsteinvari hayli yüksek bir zekâya sahip, küçük yaşına rağmen kariyeri bol ödül ve başarılarla yükselen lise öğrencisi Light Yagami oluyor. Günden güne yükselen suç oranı ve dünyanın kötüleşmesi karşısında küçük vicdanı rahat etmeyen, sosyal sorumluluk bilincine sahip kahramanımız, bu dünyada var olmadığına inandığı adalet ve iyiliği kendi inisiyatifiyle yaratmaya çalışacaktır.

İlk başta "Ölüm Defteri"ni ciddiye almasa da kısa sürede ona büyük bir vatandaşlık misyonu yükleyen Light, ilk olarak yaşadığı Tokyo'daki hapishanelere odaklanır. Defterine yazdığı kişilerin ölebilmesi için tam isimlerine ve yüzlerini görmeye ihtiyaç duyan Light, günlük gazetelerde ve TV haberlerinde adeta suçlu avına başlar. Özel bir ölüm şekli yazılmadıkça deftere ismi yazılan suçlular kalp krizi geçirerek ölmektedir. Kısa sürede yüzlerce suçlunun ölmesi tüm dünyada sansasyonel bir durum yaratır. Light'nun tahmin ettiği gibi suç oranında da azalmalar görülür Kimliğini saklayarak Azrail görevini üstlenen Light, tartışmaların odak noktasıdır ve halk arasında Kira olarak anılmaya başlar. Kimine göre dünyada mutluluk ve iyilik getirecek olan bir kahraman; kimine göre ise suçlu bile olsalar her şeyden önce birer insan olan mahkûmları öldüren ve ölüm cezasıyla suçlanması gereken bir katildir. Yaptığı şeyin ahlaki olarak yararlılığına inanan ve önüne çıkan her engeli-suç işlememiş masum insanlar bile olsalar- öldürmeye başlayan Light, "Ölüm Defteri"nin sırrını saklı tutmayı başarır taa ki birisi sahneye çıkana dek...

Ergen çocuk psikolojisini en iyi kim anlayabilir? Tabi ki aynı yaştaki diğer bir ergen. Light'nun kıvrak zekâsıyla yarışacak, onun davranış psikolojisini çözerek bir sonraki adımını tahmin edebilecek dizinin diğer kahramanı "L", varoluş amacını Kira'nın deşifre edilip adalete teslim edilmesi olarak belirleyecektir. Dünyada Interpol'ün bile çözemediği en çetrefilli davaları bile nev-i şahsına münhasır stratejileriyle apaçık eden L de güvenlik ve prensip bakımından kimliğini saklamaktadır. Kısa süre içinde yan yana gelecek olan L ve Light'nun zekâlarıyla insanı mest eden şovları iki cambazdan birinin ipten düşmesiyle sonuçlanacaktır lâkin hikâye burada bitmeyecektir.

Her ne kadar Light ve L yaş, zeka ve davranış bakımından tıpkısının aynısı konumunda olsalar da suç ve ceza nosyonlarına bakış açıları bir hayli farklıdır. Öldürdüğü suçluların insanlara ibret olacağı düşüncesiyle kısa zamanda kurmayı planladığı suç ve kötülükten arındırılmış yeni bir dünyanın efendisi olmayı amaçlayan; zeki ve yakışıklı olduğu kadar şukela ve hırslı da olan Light tüm insanlık adına yararlı olarak gördüğü sonuç uğruna ahlaksız yolları meşrulaştıran Machiavellian tarzı bir düşünce yapısına sahiptir. Light'nun tek ve en büyük rakibi L ise sonuçlardan çok sürecin adil ve insancıl olmasına dikkat eden, Light kadar zeki ama bir o kadar dağınık ve absürt bir tarza sahiptir. Seri katil olarak gördüğü Kira'nın adaletin yüce ellerine teslim edilip idam cezası ile çarptırılması gerektiğine gönülden inanan L acaba hedefine ulaşabilecek midir? Yoksa Light'nun ayakları altına alınıp yeni dünyanın efendisinin kölesi mi olacaktır?

20'şer dakikalık 37 bölümden oluşan "Death Note" ilk bölümünden final bölümüne kadar zeka ve yaratıcılık dolu diyalogları ve sofistike kurgusuyla izleyicinin kafasını bir an olsun bile boş bırakmayan bir yapım. Karakterler her ne kadar boya kalemleriyle yaratılmış olsa da kısa zamanda anime sınırlarını aşıp, zihinlerde ete kemiğe bürünüyor, izleyiciyle duygusal bir ilişki kuruyor. İlginç bir konuyla süper bir başlangıç yapıp birkaç bölümden sonra saçmalayıp kendi kendini imha eden bazı yapımların aksine, Death Note her bölümde yan kahramanlar, ölüm defterinin yeni kuralları ve dallanıp budaklanan enteresan hikâye kurgusuyla kendini sürekli yeniliyor. Kanımca sinema ve tv tarihinin en kaliteli yapımlardan birisi olarak adlandırılması abes kaçmayacak bu yapım, küçük, çalışkan ve de zeki insanların diyarı Japonya'ya bir kez daha sevgi, saygı ve hayranlık içinde bakmamıza neden oluyor.

PS:

1-37 bölümün sonunda diziyi, dünya çapında kazandığı başarı sonrası beyaz perdeye taşıyan yapımcılar maalesef aradıklarını bulamamışlardır. Dizinin tamamını kısa bir süreye sıkıştıran yapımı şahsım henüz görmese de görmek de istememektedir. Light, L ve ileriki bölümlerde tanışacağınız Misa Misa'nın çizgilerde yaşatılması gerektiğine inanaraktan filmi izleme şansına(!) erişmiş dostların ağzından da pek hoş şeyler duymamaktayım. Ki illaki izlicem derseniz paşa gönlünüz bilir...

2-Ben anime sevmem, ayhh, ıyhh, o ne bee çocuk işi diyip burun kıvıranlara sözüm. Bu sözlere bizzat şahit olmuş bir şahıs olaraktan (ben de öyle demiştim ayrıca) böyle diyenlerin 2 bölüm sonra tövbe çekip Death Note diye diye nirvanaya ulaşmalarına da tanıklık etmişliğim vardır.

3-Jenerik müziğine istediğiniz her şeyi söyleyebilirsiniz. Cidden çok çok kötü:)

4-L mi Light mu diye sorarsanız şahsıma sapına, pazara ve mezara kadar "L" derim... Candy'nin yavuklusu Terry'den sonra 2. anime aşkımdır kendileri...

Küçüktüm ufacıktım bir film izledim ve Clint Mansell'le tanıştım. O zamanlar Britney ve Backstreet Boys'un popidik şarkılarıyla özümü keşfetmeye çalışırken sayko İngiliz yapımı “The Hole” (Naomi Watts'ın da oynadığı aynı isimli korku-gerilim filmiyle karıştırmayın) filmini izlerken jenerikte çalan elektronik parçaya aklım fena takılmıştı. VCD’nin sonunda parçanın "The Hole Main Theme" olarak Clint Mansell'e ait olduğunu öğrensem de ne interneti ne de bilgisayarı olan ben bu nadide eseri filmi başa alarak dinlemek zorunda kalmıştım. Yaklaşık 2002 yılının sonlarına tekabül eden bu zaman diliminden günümüze Clint Mansell aşkım böylece başlamış oldu.

O zamana dek klasik müzik bilgim Vivaldi'nin "Four Seasons"ı ya da Mozart, Bach gibi bestecilerin birkaç eseri ile sınırlıydı. Bunlara ilâveten Levis'ın "Freedom to Move" adlı reklam kampanyasında kullandığı Handel'in "Sarabende in D Minör" parçasını da favori listeme eklesem de bu zamana kadar klasik sanatçılara hep mesafeli olmuşumdur. Lakin yaylılar ve piyano eşliğinde çalınmış ambient, post-rock ya da minimal film score'larına hele de dark-elektro tonlarıyla süslenmişse bir o kadar da kanım ısınmıştır. O yüzden Clint Mansell'i yazmayı konu edinmiş biri olarak ne klasik müzik aşığı ne de bu sınırlı bilgisiyle bilmişlik yapıp modern klasik müzik böyle yapılır imajı vermek istemem. Bu yüzden Clint Mansell’i "contemporary composers" olarak adlandırılan janrı yüz akıyla temsil eden nadide adamlardan birisi olarak addetmemde bir sakınca görmüyorum.

İngiliz gülü Clint Mansell müzik dünyasına 1986 yılında kurulan "Pop Will Eat Itself" adlı elektronik-punk grupta gitarist ve ön vokal olarak başlamış, bu grup 1996'ya kadar da aktif olarak devam etmiş. Bu sıralarda Darren Aronofsky de ilk filmi "Pi"yi çekme planları yaparken bir arkadaş vesilesiyle Clint Mansell ile tanışmış ve ona filmin müziklerini yapmayı teklif etmiş. Üç parçasıyla filmin soundtrack albümünde yer alan Mansell filmin müziklerini yaparken 1978 yapımı “Halloween” ve 1989 yapımı “Iron Man” filmlerinden etkilendiğini; parçaların karanlık punk-rock ve endüstriyel taraflarının yanı sıra modern film müziklerinde özlediği şeyin muhteşem tunelar olduğunu ve “Pi”de de bunu yakalamaya çalıştığını ifade eder. Günümüze kadar devam edecek olan bir elmanın iki yarısı Aronofsky - Mansell birlikteliği de böylece başlamıştır.

Clint Mansell eskaza Darren Aronofsky ile tanışmayıp “Requiem for A Dream OST” adı altında Clint Mansell parçalarına rastlanılmasaydı bu dünyada neler değişirdi hayal edin. Birçok Hollywood filminin orijinal score'larını hacılayıp arka plana yerleştirip reyting yükseltmeye çalışan TV kanalları ne yapardı bir düşünün. Özellikle “Requiem for a Dream” soundtrack albümünün gözbebeği olan "Lux Aetarna" parçası olmasaydı Show TV ve ATV haber bültenleri ne hale gelirdi ben şahsen hayal edemiyorum. Ulusal sınırlar dışında ise orkestral versiyonuyla “Yüzüklerin Efendisi: İki Kule” ve “Avatar” da dâhil olmak üzere “Sunshine”, “I'm Legend”, “King Arthur” gibi popüler yapımların fragmanlarında (Ne Clint Mansell ne de Darren Aronofsky tarafından istenmese de neredeyse zorla kullanılmış) ayrıca PC oyunlarından, spor müsabakalarına, sirklerden TV dizilerine kadar sayısız yerde de kullanılan bu parça ve genel olarak albüm şüphesiz filmin de ününü aşarak popüler kültürün kült bir parçası haline gelmiştir.

Mansell'in “Pi”den sonraki çalışması olan bu albümün ilk özelliği filmde kullanılan tüm parçaları kapsamasıydı. "Summer", "Fall" ve "Winter" başlıkları altında oldukça karanlık ve trajik bir hikâyeye eşlik eden parçalar “Pi”nin soundtrack’inden farklı olarak elektronik tınılardan çok kendini yaylıların egemenliğine bırakmıştı. Tüyleri diken diken etme yeteneğine sahip solo keman ve çello tınıları filmin ağır havasıyla bütünleşince ortaya inanılmaz bir şölen çıkmıştı. Müzik felsefesi olarak "ritim, bas ve melodi" denklemini benimseyen Mansell orkestra versiyonu yerine solo yaylıları tercih etme nedenini de solonun daha insancıl, daha üzücü ve duygusal olmasıyla açıklıyor. Bu parçaların filmle bu kadar iyi gitmesinin önemli bir sebebi de kuşkusuz kimler tarafından çalındığıydı. Bestecisi Mansell olmasına rağmen Amerikan'nın ünlü modern klasik müzik dörtlülerinden "Kronos Quartet" tarafından yorumlanan albüm aynı zamanda son zamanların en iyi performans örneklerinden de birisi olmuştur.

2006 yılına kadar farklı yönetmenlerle çalışan Mansell, çoğu zaman kendine ait bir albüm yapmak yerine filmlerin soundtrack albümlere birkaç şarkıyla katkıda bulunmuştur. Yukarda bahsettiğim “The Hole” filminin tema parçası olarak düzenlenen şarkı da Mansell'in dark-elektro günlerine adeta bir selamı olmuştur. Bunun dışında “Abandon”, “Murder by Numbers”, “Sahara” gibi gişe filmlerinin albümlerini hazırlasa da bu albümler, “Requiem for a Dream” seviyesinde bir başarıya nail olamamıştır.

Bir elmanın iki yarısı diye nitelendirdiğim bu iki büyük adam, bir diğeri olmadan yaşayamıyor gibi. Birisi görüntülüyor, diğeri besteliyor ve ortaya her zaman nefis bir melez çıkıyor. Daha önce Darren Aronofsky hakkında bir inceleme yazısında Aronofsky filmlerini betimlerken şöyle bir cümle kullanmıştım:

"Doğanın giz kilidini açacak anahtarların peşindeki bilim adamları, kimi zaman Tao’nun kimi zaman pozitif bilimlerin rehber olduğu araştırmalar, gerçek-hayal ya da rüya arasında gidip gelen, efsane ve mitlerle beslenen insan zihni ve bedeninin büyülü yolculuğu, kimi zaman aşktan kimi zaman uyuşturucudan acı çeken sevgililer; ya da ölüm ve ölümsüzlük üzerine sorulmuş soruların cevabını arayış… "

Aronofsky filmlerinde bu gibi dertlerle uğraşırken bu ağır süreçte ona en çok yardımı yapan da şüphesiz Clint Mansell'dir. Birbirlerinin dilinden anlayan bu iki usta en başarılı meyvelerini de beraber çalışarak vermiştir. İlk iki yapımdan sonra üçüncü beraberlik ise 2006 yılında çekilen "The Fountain" filminde olacaktır. Benim için hem sinematografi hem de müzikal manada anlatması en zor yapımlardan birisi "The Fountain". İnanılmaz bir görsellik Mansell besteleriyle sinematografinin tavanına vurmuştur. Albüm yine elektronik öğelerden uzaktır. Tekrarlarla vurgulanan samplelar yaylıların ve piyanonun minimal tonları ve kimi yerde davula benzer yerel enstrümanların uyarıcı sesi ile seyirciye unutamayacağı bir şölen yaşatır. “Requiem for a Dream”in soundtrack’inde olduğu gibi bu albüm de Kronos Quartet tarafından yorumlanır. Mansell ve Aronofsky bu grubu dünyanın en iyisi olarak niteler ki doğru söze ne hacet... Kronos Quartet'nin yanında Mogwai de albümün performansında katkıda bulunmuştur.

“The Fountain” sonrası 2006 yapımı “Smokin' Aces” filminin soundtrack’ine Mansell "FBI", "Dead Reckoning" ve "Shell Shock" adlı üç parçasıyla katkıda bulunmuştur. Bu parçalarda da iyi melodi, iyi bas ve iyi ritim üçlüsü kendini hissettirmiş, hem hüzünlü hem de güçlü bir sound olarak akıllarımızda kalmıştı. Bu üç şarkıda God is an Astronaut ve God Speed You Black Emperor esintileri olduğunu da ekleyebiliriz.

2007 yılında Aronofsky diğer üç filminden oldukça farklı bir yapımla karşımıza çıkar. Eski bir boksörün hüzünlü yaşamından kesitler içeren filmin soundtrack’inde yine bir sürpriz olarak Clint Mansell'i tek şarkıyla görürüz. Slash'in gitarıyla eşlik ettiği Mansell parçası tema şarkısı olsa da filmde eski popüler rock şarkıları daha ön plana çıkar. Birbirlerinden bağımsız olamayacağını düşündüğümüz bu iki isim “The Wrestler”da küçük bir ayrılık yaşasa da bu durum, birbirlerinden bağımsız işler yapsalar dahi pekala iyi işler başardıklarının da kanıtıdır. Yine de alışılmış Aronofsky dramlarında Mansell imzasını görmek de hayranlarını her daim mutlu edecektir.

Son olarak Mansell, bilim-kurgu janrında kendinden oldukça söz ettiren İngiliz Bağımsız Film Ödülleri'nde "En İyi Bağımsız Film" ve Bafta ödüllerinde de "En İyi İlk Film" ödülünü alan "Moon" filminin soundtrack’ini hazırlamıştır. Klostrofobik bir ortamda kimlik sorunu yaşayan bir astronotun dramını şüphesiz Mansell'den başkası bu kadar iyi yansıtamazdı. “The Fountain”ın soundtrack’indeki gibi bu albümde de sample tekrarları çok sık görülür; ve bu samplelar parçalardaki gizemli tonlarla birleşerek trip-hop'a hafiten göz kırpmaktadır. “Welcome to Lunar Industries” adlı parçasıyla bizi de bu karanlık hikâyeye davet eden Mansell, yine Aronofsky'den bağımsız bir iş yapmış; ama parçalarındaki gizem, dram ve hüzün alışılmış kalitesini korumuş, son dönemlerin en iyi soundtrackler’inden biri olmuştur.

Görsel imgeyi notalara dökmek… Clint Mansell bunu başaran nadir bestecilerden birisi. Biz onu Aronofsky yapımlarıyla tanıdık, sevdik, hatta taptık. Mansell mi Aronofsky filmlerini adam ediyor; yoksa Aronofsky filmleri mi Mansell ezgilerini ilahlaştırıyor, bunu kestirmek zor. Ama beraber de olsalar, bağımsız işler de yapsalar her zaman ortaya takdir edilesi eserler çıkarmayı başardılar. Yine de kanımca çoğu hayranı -ki buna ben de dâhilim- yarım elmalar yerine kıpkırmızı bol sulu leziz mi leziz bir tam elma yemeyi tercih eder. Pamuk Prensesin yediği gibi insanın boğazında kalan; ama farklı olarak bir yandan acı verirken diğer yandan ruh ve bedende eşsiz bir tat bırakan elma.

Dipnot: Yeni başlayanlar için Clint Mansell - “The Hole Main Theme”, “Death is Road to Awe”, “Lux Aetarna”, “Welcome to Lunar Industries”, “Shell Shock”…

Lastfmvari bir benzerlik yapacak olursak da; eğer bu isimleri seviyorsanız Mansell’i de seveceksiniz:

Philip Glass, Yann Tiersen, Zbigniew Preisner, God is an Astronaut, Mogwai, Erik Satie

4 Nisan 2009 Cumartesi

THE WRESTLER

Doğanın giz kilidini açacak anahtarların peşindeki bilim adamları, kimi zaman Tao’nun kimi zaman pozitif bilimlerin rehber olduğu araştırmalar, gerçek-hayal ya da rüya arasında gidip gelen, efsane ve mitlerle beslenen insan zihni ve bedeninin büyülü yolculuğu, kimi zaman aşktan kimi zaman uyuşturucudan acı çeken sevgililer; ya da ölüm ve ölümsüzlük üzerine sorulmuş soruların cevabını arayış… Aronofsky uzun süren bir gecenin karamsarlığından sonra The Wrestler ile çok daha anlaşılır,çok daha eğlenceli ama bir o kadar da iyi.

1998 yılında ilk uzun metraj filmi ve aynı zamanda üçlemesinin ilk ayağı olan "Pi" ile sinema dünyasına bağımsız bir giriş yapmış olan Darren Aronofsky, 2 yıl aradan sonra “Requiem for A Dream”(Bir Rüya İçin Ağıt)’i çekerek bağımsız bir sinema anlayışının etki alanını aşmış, üçlemenin son halkası “The Fountain” (Kaynak) ile kült mertebesine ulaşmış yönetmenliğini bir kez daha kanıtlamıştır. 3 filmin de kendi alanlarında izlenesi başyapıtlar olmasını sağlayan şüphesiz yönetmenin senaryo ve çekimlere hem anlamsal-felsefi manada hem de görsel manada sağladığı derinlik olmuştur. Seyirciyi izlerken yoran, rahatsız eden Aronofsky dramları, kolay tüketilmez; aksine seyirciden büyük bir beklenti içindedir yeterince anlaşılmak için. Filmin bittiği yerde asıl sorular başlar-yaşam, ölüm, aşk, kader ya da bilime dair. Seyirci bunlar üzerinde kafa yormadıkça film de o kadar uzaklaşır onlardan, kendini anlaşılmazlık kabuğuna çeker. Aronofsky’nin üçlemeyi oluşturan bu karanlık-haylaz ama bir o kadar bilge dramlarına alışmışken, yönetmen seyirciyi daha renkli, anlatım açısından daha sade bir yapımla selamladı. Üçlemeler sonrası derin bir nefes almak istediğini belirten Aronofsky yeni filmiyle de farklı bir kulvara girdiğini söylüyor. Yönetmenin eski tarzına alışmış seyirci için hayal kırıklığıyla sonuçlanabilme potansiyeli yüksek riskli bir yapım “The Wrestler”. Ama sonuç hiç de tahmin edildiği gibi değil.

Türkiye’de kimi kanallarda hala Amerikan güreşi maçlarına rastlamak mümkündür. Birkaç dakika takılıp izledikten sonra güreşin gerçekten doğaçlama bir dövüş mü yoksa tiyatroyal sahnelerle süslenmiş bir şov mu olduğu konusunda birçoğumuz şüpheye düşmüşüzdür. Spordan daha çok komik, absürt ve vahşi sıfatlarını fazlasıyla hak eden bu tuhaf şey 80’ler Amerika’sının vazgeçilmezlerinden olmuştu. Gençlik dönemleri aynı yıllara rastlayan yönetmenin de bu spor-şovlar favorilerindenmiş ta ki hakkında bir film yapmaya varacak kadar. Sporun eski popülaritesini yitirmesinden kaynaklanan eski güreşçilerin karşılaştığı başlıca aile, ilişki, sağlık ve para sorunlarına odaklanmak isteyen yönetmen için The Wrestler projesi -hele ki karanlık bir üçlemeden sonra- taze bir nefes niteliğinde herhalde biçilmiş kaftan olmuştur.

80’lerin kurgusal güreşçisi dillere destan Randy “The Rom” Robinson(Mickey Rourke) artık 55 yaşında yaşlı bir adamdır. Küçük çaplı maçlara hala çıksa da kalbinde oluşan rahatsızlık sonrası ringlere veda etmesi gerekir. Her ne kadar istenmeyen bir karar olsa da güreşçimiz sağlığını tehlikeye de atmak istemez. Kendine süpermarkette bir iş bulur, arasının bozuk olduğu kızıyla (Evan Rachel Wood) da iyi ilişkiler kurmaya çalışır. Bu süreç içinde güreşçinin sürekli gittiği striptiz kulübünde samimi hisler beslemeye başladığı orta yaşlı striptizci Cassidy (Marisa Tomei) ile ilişkisine de tanık oluruz. Hayatını büyük ölçüde ringler üzerinde inşa etmiş olan Randy bu hayatından vazgeçmesine karşılık normal hayatta hem kızı hem de Cassidy ile yeni bir sayfa açmaya çalışır. Bir zaman sonra iki hayat arasında seçim yapmaya zorlanan güreşçi yeni bir hayat için uğraşına devam mı edecektir ya da ölümü göze alıp gerçek hayatına-ringlere geri mi dönecektir?
Sıradan karakterler, küçük yaşamlar ve küçük laflar bağımsız bir sinema anlayışıyla birleşince seyirciye samimi duygularla özenle pişirilmiş bir ev yemeği tadını verir. Aronofsky her ne kadar filmlerinde oynattığı popüler oyuncular (Hugh Jackman, Jared Leto, Rachel Weisz…) kimi zaman çalıştığı yapım şirketleri (The Fountain-Warner Bros) ve filmlerindeki pahalı görsel efekt sahneleriyle Hollywood’a yakın dursa da üzerinden hiç atmadığı o bağımsız duruşu aradaki farkı ortaya koyar. The Wrestler’da da oyuncular arasındaki doğal ilişkinin sağlanması ve sade diyaloglar, mavi-yeşil renklerin süzgecinden geçmiş hareketli kamera çekimleri filme tam bir bağımsız havası katarak samimi ve gerçekçi bir öykü yaratmış, ilk andan itibaren seyirciyi filmin içine dâhil edebilmiştir. Özellikle Mickey Rourke’un fiziksel görünüşü ve güreş performansları bunun bir film için rol icabı yapıldığına inanmayı güçleştirmiştir. Kendisini aktör olarak tanımayan izleyiciler için kendi hayatını oynayan eski bir güreşçi söylemi, tutması olası 1 Nisan şakası niteliğinde bile olabilir. Rourke’dan bahsetmişken bu performans için uzun sarı saçlarına kaynak yapıldığını da söylemek de fayda var.

Filmi sahici kılan diğer bir unsur da aslında senaryo ve temanın kendisi olmuş. Özellikle kendi ülkemizde Yeşilçam’ın daha çok 2. rollerde kalmış eski sanatçılarının günümüzde ciddi maddi ve manevi sıkıntılar içinde ortaya çıkmaları tvlerde sık karşılaştığımız bir durum. Herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayan sanatçıların içine düştüğü vaziyet, sosyal güvenlik kavramının yerlerde süründüğü ABD gibi bir ülkede daha içler acısıdır. Ağırlıklı olarak gösteri sektöründe karşılaşılan hem maddi hem manevi olarak varlıktan yokluğa düşüş başta Amerikan toplumu olmak üzere global olarak da yabancısı olunmayan bir hikayeyi anlatır. Bu açıdan da “The Wrestler” kısa zamanda hikâyeyi nefes alan bir organizma içine sokan, belgesel kıvamında sürükleyici bir seyir yaşatır.
Mickey Rourke’un sinema tarihinde bahsi geçecek nadir performanslarından birine sahip olduğu yadsınamaz bir gerçek. Rourke için 10 üzerinden 10’u kesinlikle hak edecek bir puanlamadan sonra, Rachel Wood’un da kısa rollerinde kalıbına uyan ve yerinde bir oyunculuk sergilediği söylenebilir. Marisa Tomei ise orta yaşlı bir striptizci olarak fiziken boyundan büyük bir işe kalkışmış ama hakkını ver(e)memiş diyen çıkmaz kanımca. Lakin bulunduğu sahnelerin büyük çoğunluğu ya yarı-çıplak ya çırılçıplak ya da direğe tırmanır halde olduğu için iyi bir karakter oyunculuğu yapmış, göze çarpan bir yardımcı kadın oyunculuğu vardı demek zor. Bunun yerine iyi bir striptizci olmuş demek daha yerinde olur. Tomei’nin bu karaktere kattığı çok fazla bir şey olduğunu sanmıyorum, sonuçta Hollywood ya da Avrupa’dan güzel vücutlu birçok orta yaşlı kadın oyuncunun altından fazlasıyla kalkabileceği bir rol olduğu aşikâr.
Aronofsky çoktan üstündeki yas kıyafetlerini çıkardı ve yeni bir başlangıç için kolları sıvadı. Gelecek projesi Robocop’da bu değişimin diğer bir kanıtı. Seyirciye elinde orağıyla mutlu mesut kafaları kesen, kalplere acı tozları serpen yönetmen olarak kendini tanıtan Aronofsky böyle devam ederse eski hali mumla aranır mı şimdiden söylemek zor hele ki The Wrestler’ı değerlendirirsek bunu söylemek daha çok zor olur. Sürekli aynı konuları döndür dolaş işlemektense çeşitli konular, farklı tarzlar yönetmeni daha usta yapar tezine umutla sarılıp, at gözlüklerini çıkarırsak aynı dozda bu yeni filmlerden zevk alınacağını söyleyebilirim. Seyirciye lafım “Ön yargıları kıralım, Aronofsky yapacağını bilir…” derken; yönetmene sözüm “Derin sularda yüzmeyi zaten çok iyi biliyorsun bu kadar sığlara gelip de karizmayı boşa dağıtmaya gerek yok!” demekten de kendimi alamıyorum Robocop projesini düşünerekten.
Not: Son sekanslarda çalan Guns and Roses’ın dinlenesi muhteşem yorumu “Sweet Child of Mine” güreşe karşı en kızsal önyargıları kırarak ringlere fırlama dürtüsünü harekete geçirdiğinden ona saygım büyük. Çok gaz olan bir parça, çok gaz bir yerde çalarak sahneyi de unutulmaz yapmış. Yedim, doydum ellerine sağlık Darren'cığım.

POLİTİKA VE SİNEMA İLİŞKİSİ




Yedinci sanat olarak da addedilen “Sinema” geç keşfedilmiş olmasına rağmen edebiyat, müzik ya da tiyatro gibi sanat dallarına göre toplumları etkileme ve manipülasyon gücü daha yüksek bir disiplin olmuştur. Sinemanın “görsel, hareketli-daha sonraları sesli ve renkli-” olması, onun kitleler tarafından tüketilme hızında artırıcı bir işlev edinmiş; gelişen teknolojiyle paralel olarak toplum içinde popülerliği ve kabul edilebilirliği günden güne artmıştır. 20.yüzyılın ikinci yarısına dek özellikle ABD ve Avrupa’da şehir eğlence yaşamında geniş kitlelere hitap eden sinema, 50 sonrası televizyonun da kitleselleşmesiyle pabucu dama atılsa da kısa zaman sonra altın çağına tekrar dönebilmiştir.
HOLY WORLD OR HOLLYWOOD?
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’nin hem ekonomik hem politik bir güç olarak sahneye çıkması, Hollywood endüstrisinin de sinemayı ticari araç olarak eğlence piyasasına daha büyük tepsiler içinde sunması tesadüf değildir. Soğuk Savaş dönemine rastlayan bu tarihler Amerikanın, Sovyet sosyalizmine karşı dünyaya kapitalizm ve bol soslu “Amerikan Rüyası” pazarladığı yıllardır aynı zamanda. Hollywood sinema endüstrisinin de zaten rekabet-eğlence ve ticaret ekseninde temellendirildiğini göz önünde bulundurursak 50’lerden sonra dış koşulların da etkisiyle kendisini bu tür bir ulusal politikayla özdeşleştirmesi pek tesadüf değildir. Bu süreci geçmişten günümüze değerlendirirsek, uzun sayılabilecek bir zaman önce Büyük düşman! ın kaybolmasına rağmen Hollywood sektörünün hala kutsal misyonundan taviz vermediğini, hatta filmlerin pazarlandığı ülkeleri de göz önünde bulundurursak Amerikan tarzı yaşam ve düşünüş kalıplarının da günden güne bu toplumlarda sağlam temeller attığı söylenebilir.
Kanımca Hollywood sinema sektörü, politika ve sinema arasındaki yakınlığın niteliğini en iyi ifade eden güçlü örneklerden birisi. Bu örnek ekonomik ve askeri yönden güçlü bir devletin dış politika tercihlerinin nasıl kültürel bir sektör -sinema- üzerinde hâkimiyet kurduğunu ve çoğu zaman sinemanın araçsallaştırılarak bizzat politik amaçlara hizmet ettiğinin göstergelerinden birisi ayrıca. Tipik bir siyasi yapım gibi algılanmayacak birçok Hollywood filminin peri masalı niteliğinde mutlu sonla bitmesi, izleyicinin düşünmesine fırsat vermeyen hızlı, aksiyon dolu mizacı aslında çabuk tüketim ve birey mutluluğunu yücelten Amerikan liberalizminin dolaylı bir propagandası. Ya da diğer bir adı: kültürel hâkimiyetle paketlenip süslenmiş politik bir hâkimiyet.
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve süresince Naziler tarafından Yahudilere uygulanan işkence ve kıyım hala ne ABD’nin ne de Yahudilerin aşamadığı bir durum. Bu konuyla ilgili çekilmiş film arşivini-ki çoğu yine Hollywood kökenli- ve bu filmlere gösterilen ilgi ve verilen ödülleri değerlendirdiğimizde bunun bir zaman sonra salt bir hikâye anlatarak olaya dikkat çekmek, sanat yapma ihtiyacı ya da durumdan habersiz insanları aydınlatma gereğinden doğduğunu söylemek abes kaçar. Bu durumda Almanya’da yaşanan trajedi karşısına insan hakları savunucusu kimliğiyle seyirci karşısına çıkarılan Hollywood etiketli soykırım filmleri, aynı hassaslığı ve ahlaki sorumluluğu neden Kosova ya da Afganistan ya da Irak’ta yaşanan trajediye karşı hissetmiyor? Sorunun kendisi sinemanın etki alanının genişliğinden kaynaklanan siyasi manipülasyona açıklığını kanıtlıyor.
Hollywood sineması dışında Sovyet sineması-ki alışılmış sinemadan biraz farklı- da siyasi ideoloji arası olarak kullanılan diğer bir örnek olarak verilebilir. Komünist parti yönetimi tarafından nerdeyse tamamı yasaklanan özgür bir sinema sektöründen bahsetmek zaten imkânsızdı. Totaliter anlayış, sinemayı, sanat ve estetik kavramlarından arındırarak, komünist ideoloji lehine toplumu politize etme aracı olarak kullanmış, ABD’nin Hollywood direğiyle sallandırdığı kapitalizm bayrağına karşı Sovyetler de bir nevi propoganda aracı olarak sinemadan yararlanmıştır.
POLİTİK SİNEMADA GERÇEKLİK SORUNSALI
Siyasi nitelikli imgesel sinemada “gerçek” diye iddia edilen hikâye ve imgelerin ciddi bir meşruiyet sorunsalı vardır. Sinema her şeyden önce her sanat disiplininde olduğu gibi sübjektif bir deneyimdir. Bunun yanında büyük anlatıların altının gitgide oyulduğu son zamanlarda “gerçeklik” dediğimiz durumun tekliği ve evrenselliğinden söz etmek anlamsız olacaktır. Gerçekliğin işte bu çok yönlülüğü kanımca politik sinemadaki sıkıntının kaynağıdır. Çoğunlukla biyografi ya da tarihi olaylar ön planda tutularak yapılan bu filmlerin-özellikle Hollywood kaynaklı olanların- toplumların fikir ve davranış kalıplarını etkileme gücü dikkat değerdir. Eğer bu filmlerin odak noktasındaki olay, mekân ya da toplum hakkında çok da fazla bir şey bilinmiyorsa filmin bu etkisel gücü özellikle ön yargı oluşumunda kat be kat artar. Alan Parker’ın 1978 yapımı Midnight Express adlı filmi Türkiye’ye karşı oluşmuş kati yargıları bakımından iyi bir örnektir. Bu filmin hiçbir gerçeklik payı olmadığını kesinlikle iddia etmemekle beraber işaret etmek istediğim nokta, bu örneğin çok da fazla gerçekçi olmayan politik filmlerin toplumların düşünüş biçimlerini nasıl etkilediğini açıklamasıdır.
Konuyla ilgili bir sinema filmi genellikle kalın bir tarih kitabına göre daha güçlü ve popüler bir alternatiftir. Nitekim tarih kitapları, dipnotları ve kaynakçasıyla incelediği olayla ilgili göreceli olarak daha gerçekçi bir profil çizmesine rağmen, sinema bu objektiflik determinizmden daha bağımsızdır. Yönetmen tarafından tamamen kişisel bir bakış açısından süzülüp perdeye yansıyan imgeler izleyicinin de gerçeği haline dönüşebilir. Bunun yanında izafiyetten kaynaklanan gerçeklik çatışmasının yoğunluğu yine bu tür filmlerde daha fazladır. Lakin “gerçeklik” üzerine yaşanan bu çeşitliliğinin çoğu zaman izleyici farkına varamayabilir ve perdede gördüğünü konuyla ilgili mutlak bir gerçek olarak da algılayabilir.
Kapılar ardında kamusal alanda sıkışıp kalamayıp özel hayatımıza her daim nüfuz etmiş “politika” ve envai çeşit sanatsal disiplinin bir sentezi olan “sinema” için insan ve toplum bir beslenme kaynağıdır. Sinema yönetmenin fikir, tahayyül ve ideolojisinin bir yansıtılma aracı iken politika da bireyin bir fikrini sunması veya savunmasıdır. Birisi bilim diğeri sanat olarak adlandırılsa da her iki kavramında tanımı ve algılanışları oldukça geniştir. Bir toplumun politik ve sinema tarihine baktığımızda her ikisi arasında sık etkileşimlere rastlamak mümkündür. Sinema ve politika ilişkisinde baskın gücün hangisine ait olduğu tartışılsa da en azından dünya sinema sektöründe en büyük yüzdeye sahip olan Hollywood sinemasının üzerindeki politik tercihlerin ve kaygıların önemi göz ardı edilemez bir gerçektir.( “Amerikan sineması Hollywood ideolojisine ve tabi ki ABD’nin siyasi tercihlerine eleştirel yaklaşan bağımsız sinemayı da kapsadığı için bu deyiş yerine bağımsız sinemayı dışarıda tutmak için “Hollywood sineması” deyişini kullandım.)
Sonuç olarak politik sinema sinemayı bireysellikten toplumsallığa doğru eğrilten, aynı zamanda işlediği konuyla ilgili bilgilendirme gibi didaktik bir işleve, konuya dikkat çekerek kabul edilmiş “kimi gerçeklikleri ya da tabuları” sorgulama gibi politik bir işleve ve topluma yeni bir perspektif sunma gibi sosyolojik bir işleve sahiptir. Nitekim bunun yanında gerçeklikle sorunlu bir ilişkisi de olan politik sinema kendini gerçekliğe daha yakın olduğu iddiasıyla ortaya çıkan politik belgesel sinemayla daha fazla meşrulaştırabilir. Belgesel sinema yine imgesel sinema gibi evrensel bir gerçeklik sunma lüksünden yoksun olsa bile, yaratılan ya da kurgusal bir gerçekliğin yerine “olan”ın görselleştirilmesi ve sunulması çok daha gerçekçi bir atmosfer yaratmaktadır.

A ZONA \ İSYAN

“Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi” olarak belirtiyor Portekizli yönetmen Sandro Aguilar ilk uzun metraj filmi ‘A Zona\İsyan’ın kısaca konusunu. Lakin filmin sade kurgusu ve yönetmenin nev-i şahsına münhasır deneysel anlatımı sıkıntı ve zevk arasındaki o ince çizgide tutunamıyor, izleyiciyi boğucu ve bunaltıcı bir havaya sokuyor.

Yönetmenin kısa filmlerini incelediğimizde hâkim olan method ve temanın ilk uzun metraj çalışmasına da yansıdığını görüyoruz. Özellikle taze bir yönetmenin dikkati çekmesi ve sinema dünyasına özgü, sağlam bir giriş yapması açısından yenilikçi bir tarzın önemi yadsınamaz. Nitekim kaş yaparken göz çıkarmak da riskli işin diğer tarafı. Yönetmen de ilk filminde fazla yüksekten uçmuş; vezir olayım derken biraz fazlaca rezil olmaktan kurtulamamış.

Her ne kadar film ne şaşırtıcı ve sürükleyici bir kurguyla ne de popüler oyuncularıyla izleyicide yüksek beklentiler yaratmaya çalışan bir yapım olmasa da, şahsen filme büyük beklentiler içinde gittim. Nitekim sevdikleri yakınlarını kaybetmek üzere olan karakterlerin içinde bulundukları ruhsal duruma odaklanmak isteyen film hem kurguda hem de çekimlerde çok ciddi sıkıntılar taşıyor. Yönetmenin bir deneyim olarak nitelediği bu sözde bilinç akışı seyirciyi filmin sonuna kadar karakter ve hikâyeleri eşleştirme ve konuyu az biraz kavrayabilme mücadelesine sokuyor. Özellikle erkek karakterlerin fazlaca birbirine benzemesi bu eşleştirme sürecini zorlaştırırken, şimdiki zamandan geçmişe zamana dönen hikâyeler de filmde neler olup bittiğini kavramada zorluk çıkarıyor.

Çekim tekniğindeki aksaklıkta özellikle son moda bağımsız filmlerin sıkça başvurduğu yüze ya da objektifteki nesneye aşırı yapılan zoomlardan kaynaklanmakta. Karakterlerin özellikle sıkıntı, stres ya da kaygı gibi dramatik ruh hallerini seyirciye daha iyi verebilmek amaçlı kullanılan bu çekim tekniği ortalamanın da üstünde zoomlanınca kimi zaman gösterilen yüz ya da nesnenin neye kime ait olduğunun anlaşılması zorlaşıyor. Aynı zamanda objektifte ne olduğunu çözmeye çalışan özellikle göz bozukluğu olan seyircide bir zaman sonra mide bulantısı gibi fiziksel problemlerin çıkması da cabası.

Ölüm-yaşam temaları sinemanın defalarca tekrar edilmiş, vazgeçilmezleri. İp üstünde yaşıyoruz; Nefes alırken bile ölümle burun burunayız; Bugün varız yarın yokuz gibisinden ana fikirler hem bağımsız sinemanın hem de gişe sinemasının sık kullanılan malzemelerinden olmuştur. Konu iyi işlendiği müddetçe de durumdan şikâyet eden yok gibi. Bu yönetmenimizin de yaptığı gibi fazlaca bireysel işlenen, seyircinin olayın farkına varabilmesi için ciddi efor sarf etmesi gereken yapımlara da, “Sinema hikaye anlatmalıdır.” gibi bir tezle karşı çıkacak da değilim. Zayıf bir kurgu bu açığını illa ki samimi ve profesyonel bir anlatım ve çekimlerle kapatabilir. Ezberi bozan, alışılmış kalıplara meydan okuyan iyi yapımların da takdir edilmesi olağandır. Lakin “A Zona” her ne kadar bu iddialarla beyaz perdeye çıksa da deneyselliğin zorlu yollarına dayanamayıp yolunu şaşırmış, kaybolmuş, sırtındaki izleyiciyi de gereksiz bunaltıcı zoomları ve kopuk kopuk sahnelerle yormuş, sıkmış kimi zaman patlatmıştır. Değil karakterlerin ağır ve tedirgin ruh hallerinin izleyiciyi etkilemesi ya da bir yerlere götürmesi, seyircinin zihnini arapsaçına çevirerek arasına gitgide kalınlaşan bir duvar örmüştür.

Sonuç itibariyle yönetmene daha farklı konular üzerinde birkaç kısa film daha çekmesini öneriyoruz. Kısa bir filmle mesajını daha iyi taşıyabileceğine inandığım “A Zona” derin sulara açılıp boğulmadan önce keşke sığ sularda biraz daha yüzseydi. Az ama öz kullanılan güzel müzikleri filmin kendisinden daha umut verici olsa da ne “A Zona” ya karşı seyircinin hayal kırıklığıyla isyan etmesine ne de bendenizden de 4 puan gitmesine engel olamıyor.

BETTER THINGS

Better Things, ölüm ve aşk temalarını gençlik ve yaşlılık çizgisi üzerinde işlemeye çalışan bir İngiliz yapımı.Genç yönetmen Duane Hopkins’in ilk uzun metraj filmi olarak festivallerde görücüye çıksa da filmin çok başarılı olduğunu söylemek güç. Öyküsel kurgu eksikliği yaşayan, bu açığını doğal oyunculuk ve çekimler ile İngiltere’nin kronik puslu ve bunaltıcı havasıyla kapatmaya çalışan film amacına ulaşamıyor. Dolayısıyla konunun içine giremeyen izleyici bir zaman sonra filme yabancılaşıyor.
Filmin odak noktasında uyuşturucu yüzünden kız arkadaşını kaybetmiş genç bir çocuk; kısa bir zaman sonra ayrılmak zorunda kalacak olan genç sevgililer; evden dışarı çıkamayan ve sürekli aşk üzerine romanlar okuyan genç bir kız ve büyük annesi; son olarak da ilişkilerini sorgulamaya çalışan yaşlı bir çift var. Kanımca filmin en büyük dezavantajı objektifindeki kalabalık karakter sayısı. Konsantrasyonun izleyici açısından devam ettirmenin zaten zor olduğu yavaş tempolu filmlerde, birbirinden kopuk sahneler ve kalabalık sayılabilecek oyuncu sayısı, filmin hedeflediği etki ve mesajı azaltmasında ciddi önem taşır. Film de aşk ve ölüm üzerine söylenen az ama öz diyalog ve monologlarıyla keşke 4 hikaye yerine 2 hikaye anlatıp izleyicide istenen etkiyi yaratsaydı. Filmin diğer bir eksikliği ise yaşlı çiftin ilişkisi samimiyetle seyirciye yansıtılırken aynı inandırıcılık ve gerçekliğin genç çiftin hikayesinde yakalanılamamış olması.
Kısacası pitoresk görüntüleriyle İngiltere, gençlik arasında popülerliğine değinilen uyuşturucu, hayatın iki büyük gerçekliği olan aşk ve ölümün gençlik ve yaşlılık dönemlerinde algılanış biçimleri, güzel müzikler ve düşündürücü sözler “Better Things” in artıları olsa da oyuncu yönetimi, karakterler ve sahne geçişlerindeki aksaklıklar filmi “Daha İyi” yapamıyor.10 üzerinden 6 ile idare eder modunda kalıyor.