4 Nisan 2009 Cumartesi

THE WRESTLER

Doğanın giz kilidini açacak anahtarların peşindeki bilim adamları, kimi zaman Tao’nun kimi zaman pozitif bilimlerin rehber olduğu araştırmalar, gerçek-hayal ya da rüya arasında gidip gelen, efsane ve mitlerle beslenen insan zihni ve bedeninin büyülü yolculuğu, kimi zaman aşktan kimi zaman uyuşturucudan acı çeken sevgililer; ya da ölüm ve ölümsüzlük üzerine sorulmuş soruların cevabını arayış… Aronofsky uzun süren bir gecenin karamsarlığından sonra The Wrestler ile çok daha anlaşılır,çok daha eğlenceli ama bir o kadar da iyi.

1998 yılında ilk uzun metraj filmi ve aynı zamanda üçlemesinin ilk ayağı olan "Pi" ile sinema dünyasına bağımsız bir giriş yapmış olan Darren Aronofsky, 2 yıl aradan sonra “Requiem for A Dream”(Bir Rüya İçin Ağıt)’i çekerek bağımsız bir sinema anlayışının etki alanını aşmış, üçlemenin son halkası “The Fountain” (Kaynak) ile kült mertebesine ulaşmış yönetmenliğini bir kez daha kanıtlamıştır. 3 filmin de kendi alanlarında izlenesi başyapıtlar olmasını sağlayan şüphesiz yönetmenin senaryo ve çekimlere hem anlamsal-felsefi manada hem de görsel manada sağladığı derinlik olmuştur. Seyirciyi izlerken yoran, rahatsız eden Aronofsky dramları, kolay tüketilmez; aksine seyirciden büyük bir beklenti içindedir yeterince anlaşılmak için. Filmin bittiği yerde asıl sorular başlar-yaşam, ölüm, aşk, kader ya da bilime dair. Seyirci bunlar üzerinde kafa yormadıkça film de o kadar uzaklaşır onlardan, kendini anlaşılmazlık kabuğuna çeker. Aronofsky’nin üçlemeyi oluşturan bu karanlık-haylaz ama bir o kadar bilge dramlarına alışmışken, yönetmen seyirciyi daha renkli, anlatım açısından daha sade bir yapımla selamladı. Üçlemeler sonrası derin bir nefes almak istediğini belirten Aronofsky yeni filmiyle de farklı bir kulvara girdiğini söylüyor. Yönetmenin eski tarzına alışmış seyirci için hayal kırıklığıyla sonuçlanabilme potansiyeli yüksek riskli bir yapım “The Wrestler”. Ama sonuç hiç de tahmin edildiği gibi değil.

Türkiye’de kimi kanallarda hala Amerikan güreşi maçlarına rastlamak mümkündür. Birkaç dakika takılıp izledikten sonra güreşin gerçekten doğaçlama bir dövüş mü yoksa tiyatroyal sahnelerle süslenmiş bir şov mu olduğu konusunda birçoğumuz şüpheye düşmüşüzdür. Spordan daha çok komik, absürt ve vahşi sıfatlarını fazlasıyla hak eden bu tuhaf şey 80’ler Amerika’sının vazgeçilmezlerinden olmuştu. Gençlik dönemleri aynı yıllara rastlayan yönetmenin de bu spor-şovlar favorilerindenmiş ta ki hakkında bir film yapmaya varacak kadar. Sporun eski popülaritesini yitirmesinden kaynaklanan eski güreşçilerin karşılaştığı başlıca aile, ilişki, sağlık ve para sorunlarına odaklanmak isteyen yönetmen için The Wrestler projesi -hele ki karanlık bir üçlemeden sonra- taze bir nefes niteliğinde herhalde biçilmiş kaftan olmuştur.

80’lerin kurgusal güreşçisi dillere destan Randy “The Rom” Robinson(Mickey Rourke) artık 55 yaşında yaşlı bir adamdır. Küçük çaplı maçlara hala çıksa da kalbinde oluşan rahatsızlık sonrası ringlere veda etmesi gerekir. Her ne kadar istenmeyen bir karar olsa da güreşçimiz sağlığını tehlikeye de atmak istemez. Kendine süpermarkette bir iş bulur, arasının bozuk olduğu kızıyla (Evan Rachel Wood) da iyi ilişkiler kurmaya çalışır. Bu süreç içinde güreşçinin sürekli gittiği striptiz kulübünde samimi hisler beslemeye başladığı orta yaşlı striptizci Cassidy (Marisa Tomei) ile ilişkisine de tanık oluruz. Hayatını büyük ölçüde ringler üzerinde inşa etmiş olan Randy bu hayatından vazgeçmesine karşılık normal hayatta hem kızı hem de Cassidy ile yeni bir sayfa açmaya çalışır. Bir zaman sonra iki hayat arasında seçim yapmaya zorlanan güreşçi yeni bir hayat için uğraşına devam mı edecektir ya da ölümü göze alıp gerçek hayatına-ringlere geri mi dönecektir?
Sıradan karakterler, küçük yaşamlar ve küçük laflar bağımsız bir sinema anlayışıyla birleşince seyirciye samimi duygularla özenle pişirilmiş bir ev yemeği tadını verir. Aronofsky her ne kadar filmlerinde oynattığı popüler oyuncular (Hugh Jackman, Jared Leto, Rachel Weisz…) kimi zaman çalıştığı yapım şirketleri (The Fountain-Warner Bros) ve filmlerindeki pahalı görsel efekt sahneleriyle Hollywood’a yakın dursa da üzerinden hiç atmadığı o bağımsız duruşu aradaki farkı ortaya koyar. The Wrestler’da da oyuncular arasındaki doğal ilişkinin sağlanması ve sade diyaloglar, mavi-yeşil renklerin süzgecinden geçmiş hareketli kamera çekimleri filme tam bir bağımsız havası katarak samimi ve gerçekçi bir öykü yaratmış, ilk andan itibaren seyirciyi filmin içine dâhil edebilmiştir. Özellikle Mickey Rourke’un fiziksel görünüşü ve güreş performansları bunun bir film için rol icabı yapıldığına inanmayı güçleştirmiştir. Kendisini aktör olarak tanımayan izleyiciler için kendi hayatını oynayan eski bir güreşçi söylemi, tutması olası 1 Nisan şakası niteliğinde bile olabilir. Rourke’dan bahsetmişken bu performans için uzun sarı saçlarına kaynak yapıldığını da söylemek de fayda var.

Filmi sahici kılan diğer bir unsur da aslında senaryo ve temanın kendisi olmuş. Özellikle kendi ülkemizde Yeşilçam’ın daha çok 2. rollerde kalmış eski sanatçılarının günümüzde ciddi maddi ve manevi sıkıntılar içinde ortaya çıkmaları tvlerde sık karşılaştığımız bir durum. Herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayan sanatçıların içine düştüğü vaziyet, sosyal güvenlik kavramının yerlerde süründüğü ABD gibi bir ülkede daha içler acısıdır. Ağırlıklı olarak gösteri sektöründe karşılaşılan hem maddi hem manevi olarak varlıktan yokluğa düşüş başta Amerikan toplumu olmak üzere global olarak da yabancısı olunmayan bir hikayeyi anlatır. Bu açıdan da “The Wrestler” kısa zamanda hikâyeyi nefes alan bir organizma içine sokan, belgesel kıvamında sürükleyici bir seyir yaşatır.
Mickey Rourke’un sinema tarihinde bahsi geçecek nadir performanslarından birine sahip olduğu yadsınamaz bir gerçek. Rourke için 10 üzerinden 10’u kesinlikle hak edecek bir puanlamadan sonra, Rachel Wood’un da kısa rollerinde kalıbına uyan ve yerinde bir oyunculuk sergilediği söylenebilir. Marisa Tomei ise orta yaşlı bir striptizci olarak fiziken boyundan büyük bir işe kalkışmış ama hakkını ver(e)memiş diyen çıkmaz kanımca. Lakin bulunduğu sahnelerin büyük çoğunluğu ya yarı-çıplak ya çırılçıplak ya da direğe tırmanır halde olduğu için iyi bir karakter oyunculuğu yapmış, göze çarpan bir yardımcı kadın oyunculuğu vardı demek zor. Bunun yerine iyi bir striptizci olmuş demek daha yerinde olur. Tomei’nin bu karaktere kattığı çok fazla bir şey olduğunu sanmıyorum, sonuçta Hollywood ya da Avrupa’dan güzel vücutlu birçok orta yaşlı kadın oyuncunun altından fazlasıyla kalkabileceği bir rol olduğu aşikâr.
Aronofsky çoktan üstündeki yas kıyafetlerini çıkardı ve yeni bir başlangıç için kolları sıvadı. Gelecek projesi Robocop’da bu değişimin diğer bir kanıtı. Seyirciye elinde orağıyla mutlu mesut kafaları kesen, kalplere acı tozları serpen yönetmen olarak kendini tanıtan Aronofsky böyle devam ederse eski hali mumla aranır mı şimdiden söylemek zor hele ki The Wrestler’ı değerlendirirsek bunu söylemek daha çok zor olur. Sürekli aynı konuları döndür dolaş işlemektense çeşitli konular, farklı tarzlar yönetmeni daha usta yapar tezine umutla sarılıp, at gözlüklerini çıkarırsak aynı dozda bu yeni filmlerden zevk alınacağını söyleyebilirim. Seyirciye lafım “Ön yargıları kıralım, Aronofsky yapacağını bilir…” derken; yönetmene sözüm “Derin sularda yüzmeyi zaten çok iyi biliyorsun bu kadar sığlara gelip de karizmayı boşa dağıtmaya gerek yok!” demekten de kendimi alamıyorum Robocop projesini düşünerekten.
Not: Son sekanslarda çalan Guns and Roses’ın dinlenesi muhteşem yorumu “Sweet Child of Mine” güreşe karşı en kızsal önyargıları kırarak ringlere fırlama dürtüsünü harekete geçirdiğinden ona saygım büyük. Çok gaz olan bir parça, çok gaz bir yerde çalarak sahneyi de unutulmaz yapmış. Yedim, doydum ellerine sağlık Darren'cığım.

Hiç yorum yok: