4 Nisan 2009 Cumartesi

SIX FEET UNDER

Six Feet Under, ABD’nin sansürsüz, radikal ve de “iyi” dizi yapımlarının yuvası HBO’nun kamerasından ve American Beauty’nin senaristi denilince hemen zihinlere gelen Alan Ball’ın kaleminden 2001 yılında doğmuş; 5 sezonluk süresi boyunca 35 kez aday gösterildiği Emmy Ödüllerinden 7’sini, 8 kez de aday olduğu Golden Globe ödüllerinin 3’ünü evine götürmüş; bizlere 4 yıl önce muhteşem finaliyle veda etmiş; buna rağmen dvdleri ve dvd kopyalarıyla her geçen gün izleyici sayısını artırmayı başarmış tamamıyla sui generis yapımlardan bir tanesi.

Bu tür objektif bir giriş paragrafını, bayılarak izlediği her bölüm sonunda hakkında bir şeyler yazmayı düşünüp, sürekli yetersiz ya da yüzeysel kalacağı endişesiyle bu düşüncesinden vazgeçen her naçizane kişi gibi iyi bir başlangıç olarak görmesem de hafiften melankolik bir yazı olacağı endişesiyle dizinin ödüller ve senarist gibi artı puanlarını söylemenin çantada keklik bir paragraf olduğu konusunda teminat veriyorum.

Amerikan toplumunu mezhepleriyle, cinselliğiyle, ahlakıyla, sanatıyla ya da gelenekleriyle eleştiren South Park, Simpsons gibi çizgi-diziler içerdiği komedi unsurlarıyla; Angels in America ya da Mad Men gibi yapımlar ise daha dramatik mizacıyla hem ABD hem de dünya çapında büyük hayran kitlesine sahip olmuşlardır. SFU’yu ise bu eksende bir yere konumlandırmak zor olmuş; yoğun bir dram üstüne ince ince işlenmiş kara mizah öğeleri diziye orijinal bir yer yaratmıştır.

Başlangıçta Los Angeles’da yaşayan anne, iki oğlu ve kızı üzerine şekillenen, zekice diyaloglarla süslenmiş senaryoyu tipik bir Amerikan aile dramı gibi algılamak mümkünse de diziyi diğerlerinin arasından çekip çıkaran ilk bölümünden son bölümüne dek kaçıp kurtulamadığı “ölüm” teması olduğunu söyleyebiliriz. Hıristiyanlıkta ölüyü yıkama, gömme gibi ritüellerin Müslüman kültüründen daha şaşaalı törenlerle ve malzemelerle yapılması, dolayısıyla ABD’de de pazar piyasası geniş bir iş alanı yaratmış, ölümsüzlüğün keşfini arayan milenyum çağı Amerikan insanı için sonsuzluğa karışmadan önce-en azından sembolik manada-sentetik boyalarla boyanıp, süslü bir tabutun içinde gömülmek oldukça popüler ve karlı bir iş haline gelmiştir. Dizide ise bu işin başında cenaze evi işletmeciliği yapan Fisher ailesini izliyoruz. Henüz ilk bölümünde büyük ve ani bir sürprize tanık olacağımız dizinin odak noktasındaki anne Ruth, oğulları David (Dexter’ dan da bildiğiniz) ve Nate (ayrıca The Lost Room dizisinden) ve küçük kız kardeş Claire’ in 5 sezon boyunca görünüşte minimal ama bir o kadar sofistike ve felsefik dünyalarına eşlik ediyoruz. Karakterlerin her birinin başlı başına ayrı bir konu olabilecek derinliğe sahip olduğu dizide yalnızca cenaze işleriyle uğraşan sıradan insanların hayatlarını okumuyoruz. Yoğun yaratıcı bir senaryo ve görsel yönetmenlik sentezi usta oyunculukla birleşince zaten yabancısı olmadığımız, her insanoğlunun içine dâhil olduğu ölüm, din, popüler kültür, aşk ya da sanat gibi konuları TV ekranından çıkarıp, yanı başımızda vuku buluyor düşüncesine kaptırtıyor.

Şu ana kadar dizi hakkında ilk kez anekdot okuyanlar için kötü bir izlenim yarattığıma eminim, lakin Mete Özgencil’in dediği “Dünyada ölümden başkası yalan!”, Alan Ball’ın da “Everything ends…” diyerek onayladığı ölümden kaçış yoktur teması durumu biraz daha aşina hale getiriyor. Bazılarınız ölüm, cenaze kelimelerinden daha zombi ve korku temalı bir şeyler anladıysa hemen geri alsınlar, hiç ilgisi yok. SFU, basit bir cenaze evi işletmeciliği ya da alışılmış ölü gömme-yakma temasıyla izleyiciyi, altını çizmekten yorulduğunuz cümlelere sahip bir kitaptan çıkmışçasına zihinleri allak bullak eden diyaloglarla, var oluşçuluğun en çetrefilli ve ağır yollarından geçirerek; yıllardır sorgulanmadan kabullenilmiş sözde gerçeklikleri yüzüne çarparak; kesinlikle ahlak bekçiliği yapmayarak, ideal niteliğinde “doğru ve iyi olan bu yol” propagandası yapmadan final bölümünün son saniyesine hatta onun da ötesinde çok yoruyor, çok ağlatıyor. Ne ayağınızı koltuğa uzatıp, çayınızı yudumlarken günün stresini atmanıza yardım edecek bir TV programı ne de okul yorgunluğunu çıkarırken arka arkaya 3-5 tane yenilebilecek bir kara mizah dizisi. Haneke, kendi filmlerini seyirciye keyif vermek yerine onları rahatsız etmek amacıyla yaptığını söylerken, Six Feet Under da seyirciyi kesinlikle yoran ve rahatsız eden tarzıyla bulanık ya da tıkanmış zihinleri açıcı ve aydınlatıcı bir işlev görüyor. Yeni bir bin yıla merhaba demenin en güzel 100 yolundan birisi…

Hiç yorum yok: