6 Ekim 2008 Pazartesi

BROKEN ENGLISH(AŞKIN İNGİLİZCESİ)

Romantik komedi türü altında sayabileceğimiz filmlerin mutlu son ile bitmesi bilindik bir durum. Ayrılık ya da ölümle sonlananlar ise daha çok romantik dram çizgisinde kabul edilir. Eğlenceli bir sinema diliyle çekilmiş ‘Broken English’- pazara yönelik şahane çevirisiyle ‘Aşkın İngilizcesi’-,özellikle yalnız bayanlar tarafından yalnız başına izlenildiğinde pek romantik komedi olarak kabul görmese de, başı ve sonu itibariyle klasik yapımlardan sıyrılamayarak içinden umut fışkıran bir ABD bağımsız! romantik komedi tanımlamasına uygun düşüyor.
‘Broken English’ pek parlak olmayan sinema oyunculuğu kariyerine kamera arkasında devam eden Zoe R. Cassavetes’in, erkeklerde bir türlü aradığını bulamayan,30’lu yaşlarda mutsuz Nora’nın aşk ve sosyal yaşamını konu edinen ilk uzun metraj filmi. Nora’nın izleyenlerin gözüne ABD’nin ünlü ‘Sex and the City’ dizisinden fırlamış yeni bir karakteri gibi görünmesi büyük olasılık. Yalnız burada kahramanımız parlak bir kariyere sahip, en büyük amacı zengin, yakışıklı mükemmel koca profili olan hırslı bir bayandan biraz farklı. Küçük bir otelde oldukça sıkıcı bir işe sahip, çevresindeki yaşıtlarının mutlu beraberlikleri içinde sıkışıp kalan, korkaklığının, utangaçlığının ve sevgilisi olan erkeklerin kurbanı, sade bir bayan. Ancak ne Nora’nın karakter ve sosyal hayat profili ne de giydiği o vintage-indie karışımı kıyafetler(-NYC’nin üst katlarda yaşayan kariyer sahibi şehir kadınından oldukça farklı bir imaj çizen-)filmi orijinal, bağımsız bir romantik film kılmaya yetmiyor. Senaryosu da kendisi yazmış olan yönetmen, erkeklerle kalıcı ilişki kuramayan, hayatının aşkını bekleyen kurban Nora rolünü, Hollywood romantik komedi klişelerini ,‘bağımsız’ imajıyla bir güzel paketleyerek dramatize etmeye çalışmış. Yine de bayanlar tarafından (hele de Nora ile benzer bir kaderi paylaşan izleyiciler tarafından) izlenildiğinde, bu masum kadınsal hormonlar filmi şüphesiz daha iyi bir seviyeye çıkarıyor.
Klişeler demişken; yakın arkadaşların teker teker evlenirken sizin böylesi bir ilişkiye girememeniz, evde kalmış kız-kızının evlenmesini isteyen anne muhabbetleri, kadının genelde 3 örnekte gösterilen mutsuz-umutsuz aşk vakaları, hayatının aşkı ile oldukça tesadüfî (hani kadere bak ya! dedirtecek cinsten) şekilde karşılaşma sahnesi, aşkınızın sizin korkaklığınız yüzünden bitmesi ya da bitecek noktaya gelmesi, falcı kadının kehanetlerde bulunması, yıllardır çalışılan monoton işten çıkıp kendini keşfetmeye yabancı diyarlara gitmek ve günümüzün modern mekanı metroda aşk… Ortalama romantik komedi filmlerinin vazgeçilmezleri sulandırılarak ve bağımsız film renkleriyle boyanarak izleyicinin gözü de boyanmaya çalışılmış.

Parker Posey’nin, sorunlu hafif depresif Nora karakterini canlandırmadaki başarısı, yönetmen ve senaryonun yakalayamadığı başarı ile çelişse de; filmin büyük kurtarıcısı yine Posey oluyor. Melvil Poupaud,Julian karakterinde, kendisine fazla güvenen Fransız karizması ve bozuk ingilizcesi ile Norayı etkilediği kadar seyirciyi etkileyemiyor. Paris ise nerdeyse bütün klişeleriyle tekrar tekrar kullanılmış. Tutkulu, ilgili Fransız erkekleri, kâğıt torbalı pahalı mağazalar, sanat müzeleri, pahalı otellerin pahalı barları, fonda çalan Fransız ezgileri ve tabi Eiffel Kulesi bir ara kendinizi Fransa’yı tanıtan bir belgesel izliyor moduna bile sokabilir.
Yeterince bağımsızlaşamayıp, yakasını klişelerden kurtaramamış, beklentilerinizle ters orantıda keyif alabileceğiniz bir film olan ‘Broken English’ büyük umutlarla izlenmemesi gereken bir yapım. Dışardan bakıldığında festivaller için biçilmiş kaftan gibi dursa da bünyesinde ne sağlam bir senaryo ne de yönetmenlik barındıran filmin düşen maskesini Nora’nın başarılı bahtsız, melankolik rolü ve indie kıyafetleri kurtarmaya çalışıyor.Paris belgeseli izlemeyenler için de iyi bir alternatif yaratabilir!

DEN BRYSOMME MANNEN(SORUN YARATAN ADAM)



DEN BRYSOMME MANNEN(SORUN YARATAN ADAM)

Güzel bir eş, iyi bir iş, büyük bir ev, modernleşmenin insanoğluna hediye ettiği; mutluluğun kapılarını açacak 3 önemli anahtar. Nice insanın ölmeden önce elde edilmesi gerektiğine inandığı 3 altın kural da denilebilir. Hatta bunların sayısı ne kadar artarsa, insan mutluluğunun da o kadar çoğalacağına inanılır. İyi bir maaş, son moda ev dekorasyonları, düzenli bir seks hayatı, tüm vaktinizin size ait olduğu çocuksuz bir yaşam, vs vs... Kulağa hoş gelmediğini de söylemek pek inandırıcı olmaz. Kim böyle bir hayata sahip olmak istemez ki?

'Mutluluk' konusu yüzyıllar boyu insan zihnini meşgul etmiş, nice filozoflar üzerine nice teoriler üretmişlerdir; lakin mutluluk üzerine yapılan bu beyin fırtınası 20.yy’a kadar 'iş-eş-kariyer-para odaklı mutluluk' gibi bir sistem üzerine oturtulmamıştı. 'Daima ileri, daima şık, daima başarılı eşittir mutluluk' gibi bir formülasyon üreten modernleşme taraftarlarının, özellikle son 50 yılda dünya toplumu üzerinde kurdukları dolaylı hegemonya'ya yok demek absürd kaçar. Refah konusunda dünya sıralamasında oldukça iyi yerlere sahip Baltık ülkelerinin de 'İyi yaşa, mutlu ol' yazılı bayrağı göğsünü gere gere taşıdıkları da su götürmez bir gerçek. Burada da yönetmen Jens Lien, orta yaş ağırlıklı, gelir uçurumunun az olduğu, çoğunlukla mutlu bir nüfusu, objektifine yerleştirmiş; ortada mutsuz olunmayacak bir durum varken 'Sorun Yaratan(bir)Adam'ın sorunları üzerine yoğunlaşmış.

40 yaşındaki Andreas nerden ve nasıl geldiğini hatırlamadığı sahte bir cennet-şehir'e gönderilir. Ayağının tozuyla iyi bir iş ve iyi bir eşe layık görülen bu adam büyük ve güzel bir eve de sahip olunca mutlu insanların hayatına adapte olmaya, böylesi bir yaşama ayak uydurmaya çalışır. Lakin bu çabası yeterli olmayacak yaşa(ma)dığı hayatta ve çevresindeki insanlarda samimi, gerçek ya da doğru olmayan şeyler hisseder. Kendisine sürekli gülücükler içinde neredeyse 'Merhaba'dan başka bir şey söylemeyen, öğle yemeğinde birbirleri arasına koydukları tasarım dergisi üzerinden sohbet etmeye çalışan, arkadaşlarının his veya davranışlarına kayıtsız kalan iş arkadaşları, Andreas’ın ilgisini aksi yönde çeken ilk belirtilerdir toplumun hastalığına dair. En kişisel hislerin(seks, aşk ya da öpüşmek) bile ezberlenmiş senaryolar üzerinden şık takım elbiseler ile oynandığı bu trajikomik hikâyede, Andreas kaçacak yer bulamaz. Rastlantı sonucu tanıştığı bir adamı takip ederek; onu geçmişe, eski tatlara, çocuklara, gerçek yaşama ve samimi duygulara geri götürebilecek bir delik keşfeder. Modernleşmenin büyük vaatlerinin gerçekleşmediğini gören Andreas için tek kaçış yolu, bu deliğin ve güzel kokuların kaynağını bulmak olur. Çoğunlukla mutlu insanların yaşadığı bu evrende mutlu olmak istemeyen, sorun yaratan insanların cezası ise oldukça acımasız olacaktır.

'İyi senaryo+İyi yönetmenlik+İyi oyunculuk=Çok iyi bir film' diye başka bir formülasyon yapmak gerekirse 'Sorun Yaratan Adam' bu sıfatı fazlası ile hak ediyor. Norveçli yönetmen Jens Lien'in ikinci uzun metraj çalışması olmasına rağmen ilk yıllarının acemiliğine rastlanmıyor. Modernleşme ve beraberinde toplumda yarattığı yabancılaşma, bencilleşme, kayıtsızlık ve materyal temelli mutluluk arayışına yöneltilen sert eleştiriler, dolaylı ya da ince espriler yoluyla değil; oldukça absürd, çarpıcı ve direk bir anlatım diliyle gerçekleştirilmiş.

İlerleme, gelişme ve teknoloji adına ‘gelenek’ denilen kültürün üzerinden hızla geçilerek gerilerde bırakıldığı modern çağda Andreas’nın buruk hikâyesi pek de yabancısı olmadığımız bir durum. Milyonlarca insan arasında kendini yalnız hisseden, içinde bulunduğu yapıya dışardan bakıp kafasını kaşıyan, sahte kent yaşamını terk edip vahşi doğaya dönmek isteyen insanlar yok değil. Fazla düşünmeden ve sorgulamadan yığınlar içerisinde mutlu yaşamak da diğer alternatif. Andreas ilk seçeneği tercih ediyor, lakin ait olduğuna inanılan, yapışık kaldığı bu toplum istese de peşini bırakmıyor, gitmesine izin vermiyor. Ceza olarak ise istemediği o toplumu mumla arattıracak yeni bir diyara gönderiliyor. Ortaya her ne kadar karamsar, umutsuz bir tablo çizse de filmin asıl gücü buradan kaynaklanıyor. Hedefe çok az kala gerçek mutluluktan edilen bir adamın durumu, hayatın gerçekliğine denk geliyor.

Ne kadar gitmek, terk etmek istesek de gidememek, eleştirirken zamanla sistem tarafından absorbe edilerek eleştirilen tarafına geçmek çoğu insanın akıbeti oluyor. Mutluluğu doğru yerlerde aramak da böylesi bir akıbetin nedeni…

—Mutlu olman bizim için önemli!
-…?
—Yeni bir bilgisayar ya da sandalye istersen söyle…