4 Nisan 2009 Cumartesi

THE WRESTLER

Doğanın giz kilidini açacak anahtarların peşindeki bilim adamları, kimi zaman Tao’nun kimi zaman pozitif bilimlerin rehber olduğu araştırmalar, gerçek-hayal ya da rüya arasında gidip gelen, efsane ve mitlerle beslenen insan zihni ve bedeninin büyülü yolculuğu, kimi zaman aşktan kimi zaman uyuşturucudan acı çeken sevgililer; ya da ölüm ve ölümsüzlük üzerine sorulmuş soruların cevabını arayış… Aronofsky uzun süren bir gecenin karamsarlığından sonra The Wrestler ile çok daha anlaşılır,çok daha eğlenceli ama bir o kadar da iyi.

1998 yılında ilk uzun metraj filmi ve aynı zamanda üçlemesinin ilk ayağı olan "Pi" ile sinema dünyasına bağımsız bir giriş yapmış olan Darren Aronofsky, 2 yıl aradan sonra “Requiem for A Dream”(Bir Rüya İçin Ağıt)’i çekerek bağımsız bir sinema anlayışının etki alanını aşmış, üçlemenin son halkası “The Fountain” (Kaynak) ile kült mertebesine ulaşmış yönetmenliğini bir kez daha kanıtlamıştır. 3 filmin de kendi alanlarında izlenesi başyapıtlar olmasını sağlayan şüphesiz yönetmenin senaryo ve çekimlere hem anlamsal-felsefi manada hem de görsel manada sağladığı derinlik olmuştur. Seyirciyi izlerken yoran, rahatsız eden Aronofsky dramları, kolay tüketilmez; aksine seyirciden büyük bir beklenti içindedir yeterince anlaşılmak için. Filmin bittiği yerde asıl sorular başlar-yaşam, ölüm, aşk, kader ya da bilime dair. Seyirci bunlar üzerinde kafa yormadıkça film de o kadar uzaklaşır onlardan, kendini anlaşılmazlık kabuğuna çeker. Aronofsky’nin üçlemeyi oluşturan bu karanlık-haylaz ama bir o kadar bilge dramlarına alışmışken, yönetmen seyirciyi daha renkli, anlatım açısından daha sade bir yapımla selamladı. Üçlemeler sonrası derin bir nefes almak istediğini belirten Aronofsky yeni filmiyle de farklı bir kulvara girdiğini söylüyor. Yönetmenin eski tarzına alışmış seyirci için hayal kırıklığıyla sonuçlanabilme potansiyeli yüksek riskli bir yapım “The Wrestler”. Ama sonuç hiç de tahmin edildiği gibi değil.

Türkiye’de kimi kanallarda hala Amerikan güreşi maçlarına rastlamak mümkündür. Birkaç dakika takılıp izledikten sonra güreşin gerçekten doğaçlama bir dövüş mü yoksa tiyatroyal sahnelerle süslenmiş bir şov mu olduğu konusunda birçoğumuz şüpheye düşmüşüzdür. Spordan daha çok komik, absürt ve vahşi sıfatlarını fazlasıyla hak eden bu tuhaf şey 80’ler Amerika’sının vazgeçilmezlerinden olmuştu. Gençlik dönemleri aynı yıllara rastlayan yönetmenin de bu spor-şovlar favorilerindenmiş ta ki hakkında bir film yapmaya varacak kadar. Sporun eski popülaritesini yitirmesinden kaynaklanan eski güreşçilerin karşılaştığı başlıca aile, ilişki, sağlık ve para sorunlarına odaklanmak isteyen yönetmen için The Wrestler projesi -hele ki karanlık bir üçlemeden sonra- taze bir nefes niteliğinde herhalde biçilmiş kaftan olmuştur.

80’lerin kurgusal güreşçisi dillere destan Randy “The Rom” Robinson(Mickey Rourke) artık 55 yaşında yaşlı bir adamdır. Küçük çaplı maçlara hala çıksa da kalbinde oluşan rahatsızlık sonrası ringlere veda etmesi gerekir. Her ne kadar istenmeyen bir karar olsa da güreşçimiz sağlığını tehlikeye de atmak istemez. Kendine süpermarkette bir iş bulur, arasının bozuk olduğu kızıyla (Evan Rachel Wood) da iyi ilişkiler kurmaya çalışır. Bu süreç içinde güreşçinin sürekli gittiği striptiz kulübünde samimi hisler beslemeye başladığı orta yaşlı striptizci Cassidy (Marisa Tomei) ile ilişkisine de tanık oluruz. Hayatını büyük ölçüde ringler üzerinde inşa etmiş olan Randy bu hayatından vazgeçmesine karşılık normal hayatta hem kızı hem de Cassidy ile yeni bir sayfa açmaya çalışır. Bir zaman sonra iki hayat arasında seçim yapmaya zorlanan güreşçi yeni bir hayat için uğraşına devam mı edecektir ya da ölümü göze alıp gerçek hayatına-ringlere geri mi dönecektir?
Sıradan karakterler, küçük yaşamlar ve küçük laflar bağımsız bir sinema anlayışıyla birleşince seyirciye samimi duygularla özenle pişirilmiş bir ev yemeği tadını verir. Aronofsky her ne kadar filmlerinde oynattığı popüler oyuncular (Hugh Jackman, Jared Leto, Rachel Weisz…) kimi zaman çalıştığı yapım şirketleri (The Fountain-Warner Bros) ve filmlerindeki pahalı görsel efekt sahneleriyle Hollywood’a yakın dursa da üzerinden hiç atmadığı o bağımsız duruşu aradaki farkı ortaya koyar. The Wrestler’da da oyuncular arasındaki doğal ilişkinin sağlanması ve sade diyaloglar, mavi-yeşil renklerin süzgecinden geçmiş hareketli kamera çekimleri filme tam bir bağımsız havası katarak samimi ve gerçekçi bir öykü yaratmış, ilk andan itibaren seyirciyi filmin içine dâhil edebilmiştir. Özellikle Mickey Rourke’un fiziksel görünüşü ve güreş performansları bunun bir film için rol icabı yapıldığına inanmayı güçleştirmiştir. Kendisini aktör olarak tanımayan izleyiciler için kendi hayatını oynayan eski bir güreşçi söylemi, tutması olası 1 Nisan şakası niteliğinde bile olabilir. Rourke’dan bahsetmişken bu performans için uzun sarı saçlarına kaynak yapıldığını da söylemek de fayda var.

Filmi sahici kılan diğer bir unsur da aslında senaryo ve temanın kendisi olmuş. Özellikle kendi ülkemizde Yeşilçam’ın daha çok 2. rollerde kalmış eski sanatçılarının günümüzde ciddi maddi ve manevi sıkıntılar içinde ortaya çıkmaları tvlerde sık karşılaştığımız bir durum. Herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmayan sanatçıların içine düştüğü vaziyet, sosyal güvenlik kavramının yerlerde süründüğü ABD gibi bir ülkede daha içler acısıdır. Ağırlıklı olarak gösteri sektöründe karşılaşılan hem maddi hem manevi olarak varlıktan yokluğa düşüş başta Amerikan toplumu olmak üzere global olarak da yabancısı olunmayan bir hikayeyi anlatır. Bu açıdan da “The Wrestler” kısa zamanda hikâyeyi nefes alan bir organizma içine sokan, belgesel kıvamında sürükleyici bir seyir yaşatır.
Mickey Rourke’un sinema tarihinde bahsi geçecek nadir performanslarından birine sahip olduğu yadsınamaz bir gerçek. Rourke için 10 üzerinden 10’u kesinlikle hak edecek bir puanlamadan sonra, Rachel Wood’un da kısa rollerinde kalıbına uyan ve yerinde bir oyunculuk sergilediği söylenebilir. Marisa Tomei ise orta yaşlı bir striptizci olarak fiziken boyundan büyük bir işe kalkışmış ama hakkını ver(e)memiş diyen çıkmaz kanımca. Lakin bulunduğu sahnelerin büyük çoğunluğu ya yarı-çıplak ya çırılçıplak ya da direğe tırmanır halde olduğu için iyi bir karakter oyunculuğu yapmış, göze çarpan bir yardımcı kadın oyunculuğu vardı demek zor. Bunun yerine iyi bir striptizci olmuş demek daha yerinde olur. Tomei’nin bu karaktere kattığı çok fazla bir şey olduğunu sanmıyorum, sonuçta Hollywood ya da Avrupa’dan güzel vücutlu birçok orta yaşlı kadın oyuncunun altından fazlasıyla kalkabileceği bir rol olduğu aşikâr.
Aronofsky çoktan üstündeki yas kıyafetlerini çıkardı ve yeni bir başlangıç için kolları sıvadı. Gelecek projesi Robocop’da bu değişimin diğer bir kanıtı. Seyirciye elinde orağıyla mutlu mesut kafaları kesen, kalplere acı tozları serpen yönetmen olarak kendini tanıtan Aronofsky böyle devam ederse eski hali mumla aranır mı şimdiden söylemek zor hele ki The Wrestler’ı değerlendirirsek bunu söylemek daha çok zor olur. Sürekli aynı konuları döndür dolaş işlemektense çeşitli konular, farklı tarzlar yönetmeni daha usta yapar tezine umutla sarılıp, at gözlüklerini çıkarırsak aynı dozda bu yeni filmlerden zevk alınacağını söyleyebilirim. Seyirciye lafım “Ön yargıları kıralım, Aronofsky yapacağını bilir…” derken; yönetmene sözüm “Derin sularda yüzmeyi zaten çok iyi biliyorsun bu kadar sığlara gelip de karizmayı boşa dağıtmaya gerek yok!” demekten de kendimi alamıyorum Robocop projesini düşünerekten.
Not: Son sekanslarda çalan Guns and Roses’ın dinlenesi muhteşem yorumu “Sweet Child of Mine” güreşe karşı en kızsal önyargıları kırarak ringlere fırlama dürtüsünü harekete geçirdiğinden ona saygım büyük. Çok gaz olan bir parça, çok gaz bir yerde çalarak sahneyi de unutulmaz yapmış. Yedim, doydum ellerine sağlık Darren'cığım.

POLİTİKA VE SİNEMA İLİŞKİSİ




Yedinci sanat olarak da addedilen “Sinema” geç keşfedilmiş olmasına rağmen edebiyat, müzik ya da tiyatro gibi sanat dallarına göre toplumları etkileme ve manipülasyon gücü daha yüksek bir disiplin olmuştur. Sinemanın “görsel, hareketli-daha sonraları sesli ve renkli-” olması, onun kitleler tarafından tüketilme hızında artırıcı bir işlev edinmiş; gelişen teknolojiyle paralel olarak toplum içinde popülerliği ve kabul edilebilirliği günden güne artmıştır. 20.yüzyılın ikinci yarısına dek özellikle ABD ve Avrupa’da şehir eğlence yaşamında geniş kitlelere hitap eden sinema, 50 sonrası televizyonun da kitleselleşmesiyle pabucu dama atılsa da kısa zaman sonra altın çağına tekrar dönebilmiştir.
HOLY WORLD OR HOLLYWOOD?
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’nin hem ekonomik hem politik bir güç olarak sahneye çıkması, Hollywood endüstrisinin de sinemayı ticari araç olarak eğlence piyasasına daha büyük tepsiler içinde sunması tesadüf değildir. Soğuk Savaş dönemine rastlayan bu tarihler Amerikanın, Sovyet sosyalizmine karşı dünyaya kapitalizm ve bol soslu “Amerikan Rüyası” pazarladığı yıllardır aynı zamanda. Hollywood sinema endüstrisinin de zaten rekabet-eğlence ve ticaret ekseninde temellendirildiğini göz önünde bulundurursak 50’lerden sonra dış koşulların da etkisiyle kendisini bu tür bir ulusal politikayla özdeşleştirmesi pek tesadüf değildir. Bu süreci geçmişten günümüze değerlendirirsek, uzun sayılabilecek bir zaman önce Büyük düşman! ın kaybolmasına rağmen Hollywood sektörünün hala kutsal misyonundan taviz vermediğini, hatta filmlerin pazarlandığı ülkeleri de göz önünde bulundurursak Amerikan tarzı yaşam ve düşünüş kalıplarının da günden güne bu toplumlarda sağlam temeller attığı söylenebilir.
Kanımca Hollywood sinema sektörü, politika ve sinema arasındaki yakınlığın niteliğini en iyi ifade eden güçlü örneklerden birisi. Bu örnek ekonomik ve askeri yönden güçlü bir devletin dış politika tercihlerinin nasıl kültürel bir sektör -sinema- üzerinde hâkimiyet kurduğunu ve çoğu zaman sinemanın araçsallaştırılarak bizzat politik amaçlara hizmet ettiğinin göstergelerinden birisi ayrıca. Tipik bir siyasi yapım gibi algılanmayacak birçok Hollywood filminin peri masalı niteliğinde mutlu sonla bitmesi, izleyicinin düşünmesine fırsat vermeyen hızlı, aksiyon dolu mizacı aslında çabuk tüketim ve birey mutluluğunu yücelten Amerikan liberalizminin dolaylı bir propagandası. Ya da diğer bir adı: kültürel hâkimiyetle paketlenip süslenmiş politik bir hâkimiyet.
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve süresince Naziler tarafından Yahudilere uygulanan işkence ve kıyım hala ne ABD’nin ne de Yahudilerin aşamadığı bir durum. Bu konuyla ilgili çekilmiş film arşivini-ki çoğu yine Hollywood kökenli- ve bu filmlere gösterilen ilgi ve verilen ödülleri değerlendirdiğimizde bunun bir zaman sonra salt bir hikâye anlatarak olaya dikkat çekmek, sanat yapma ihtiyacı ya da durumdan habersiz insanları aydınlatma gereğinden doğduğunu söylemek abes kaçar. Bu durumda Almanya’da yaşanan trajedi karşısına insan hakları savunucusu kimliğiyle seyirci karşısına çıkarılan Hollywood etiketli soykırım filmleri, aynı hassaslığı ve ahlaki sorumluluğu neden Kosova ya da Afganistan ya da Irak’ta yaşanan trajediye karşı hissetmiyor? Sorunun kendisi sinemanın etki alanının genişliğinden kaynaklanan siyasi manipülasyona açıklığını kanıtlıyor.
Hollywood sineması dışında Sovyet sineması-ki alışılmış sinemadan biraz farklı- da siyasi ideoloji arası olarak kullanılan diğer bir örnek olarak verilebilir. Komünist parti yönetimi tarafından nerdeyse tamamı yasaklanan özgür bir sinema sektöründen bahsetmek zaten imkânsızdı. Totaliter anlayış, sinemayı, sanat ve estetik kavramlarından arındırarak, komünist ideoloji lehine toplumu politize etme aracı olarak kullanmış, ABD’nin Hollywood direğiyle sallandırdığı kapitalizm bayrağına karşı Sovyetler de bir nevi propoganda aracı olarak sinemadan yararlanmıştır.
POLİTİK SİNEMADA GERÇEKLİK SORUNSALI
Siyasi nitelikli imgesel sinemada “gerçek” diye iddia edilen hikâye ve imgelerin ciddi bir meşruiyet sorunsalı vardır. Sinema her şeyden önce her sanat disiplininde olduğu gibi sübjektif bir deneyimdir. Bunun yanında büyük anlatıların altının gitgide oyulduğu son zamanlarda “gerçeklik” dediğimiz durumun tekliği ve evrenselliğinden söz etmek anlamsız olacaktır. Gerçekliğin işte bu çok yönlülüğü kanımca politik sinemadaki sıkıntının kaynağıdır. Çoğunlukla biyografi ya da tarihi olaylar ön planda tutularak yapılan bu filmlerin-özellikle Hollywood kaynaklı olanların- toplumların fikir ve davranış kalıplarını etkileme gücü dikkat değerdir. Eğer bu filmlerin odak noktasındaki olay, mekân ya da toplum hakkında çok da fazla bir şey bilinmiyorsa filmin bu etkisel gücü özellikle ön yargı oluşumunda kat be kat artar. Alan Parker’ın 1978 yapımı Midnight Express adlı filmi Türkiye’ye karşı oluşmuş kati yargıları bakımından iyi bir örnektir. Bu filmin hiçbir gerçeklik payı olmadığını kesinlikle iddia etmemekle beraber işaret etmek istediğim nokta, bu örneğin çok da fazla gerçekçi olmayan politik filmlerin toplumların düşünüş biçimlerini nasıl etkilediğini açıklamasıdır.
Konuyla ilgili bir sinema filmi genellikle kalın bir tarih kitabına göre daha güçlü ve popüler bir alternatiftir. Nitekim tarih kitapları, dipnotları ve kaynakçasıyla incelediği olayla ilgili göreceli olarak daha gerçekçi bir profil çizmesine rağmen, sinema bu objektiflik determinizmden daha bağımsızdır. Yönetmen tarafından tamamen kişisel bir bakış açısından süzülüp perdeye yansıyan imgeler izleyicinin de gerçeği haline dönüşebilir. Bunun yanında izafiyetten kaynaklanan gerçeklik çatışmasının yoğunluğu yine bu tür filmlerde daha fazladır. Lakin “gerçeklik” üzerine yaşanan bu çeşitliliğinin çoğu zaman izleyici farkına varamayabilir ve perdede gördüğünü konuyla ilgili mutlak bir gerçek olarak da algılayabilir.
Kapılar ardında kamusal alanda sıkışıp kalamayıp özel hayatımıza her daim nüfuz etmiş “politika” ve envai çeşit sanatsal disiplinin bir sentezi olan “sinema” için insan ve toplum bir beslenme kaynağıdır. Sinema yönetmenin fikir, tahayyül ve ideolojisinin bir yansıtılma aracı iken politika da bireyin bir fikrini sunması veya savunmasıdır. Birisi bilim diğeri sanat olarak adlandırılsa da her iki kavramında tanımı ve algılanışları oldukça geniştir. Bir toplumun politik ve sinema tarihine baktığımızda her ikisi arasında sık etkileşimlere rastlamak mümkündür. Sinema ve politika ilişkisinde baskın gücün hangisine ait olduğu tartışılsa da en azından dünya sinema sektöründe en büyük yüzdeye sahip olan Hollywood sinemasının üzerindeki politik tercihlerin ve kaygıların önemi göz ardı edilemez bir gerçektir.( “Amerikan sineması Hollywood ideolojisine ve tabi ki ABD’nin siyasi tercihlerine eleştirel yaklaşan bağımsız sinemayı da kapsadığı için bu deyiş yerine bağımsız sinemayı dışarıda tutmak için “Hollywood sineması” deyişini kullandım.)
Sonuç olarak politik sinema sinemayı bireysellikten toplumsallığa doğru eğrilten, aynı zamanda işlediği konuyla ilgili bilgilendirme gibi didaktik bir işleve, konuya dikkat çekerek kabul edilmiş “kimi gerçeklikleri ya da tabuları” sorgulama gibi politik bir işleve ve topluma yeni bir perspektif sunma gibi sosyolojik bir işleve sahiptir. Nitekim bunun yanında gerçeklikle sorunlu bir ilişkisi de olan politik sinema kendini gerçekliğe daha yakın olduğu iddiasıyla ortaya çıkan politik belgesel sinemayla daha fazla meşrulaştırabilir. Belgesel sinema yine imgesel sinema gibi evrensel bir gerçeklik sunma lüksünden yoksun olsa bile, yaratılan ya da kurgusal bir gerçekliğin yerine “olan”ın görselleştirilmesi ve sunulması çok daha gerçekçi bir atmosfer yaratmaktadır.

A ZONA \ İSYAN

“Yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgi” olarak belirtiyor Portekizli yönetmen Sandro Aguilar ilk uzun metraj filmi ‘A Zona\İsyan’ın kısaca konusunu. Lakin filmin sade kurgusu ve yönetmenin nev-i şahsına münhasır deneysel anlatımı sıkıntı ve zevk arasındaki o ince çizgide tutunamıyor, izleyiciyi boğucu ve bunaltıcı bir havaya sokuyor.

Yönetmenin kısa filmlerini incelediğimizde hâkim olan method ve temanın ilk uzun metraj çalışmasına da yansıdığını görüyoruz. Özellikle taze bir yönetmenin dikkati çekmesi ve sinema dünyasına özgü, sağlam bir giriş yapması açısından yenilikçi bir tarzın önemi yadsınamaz. Nitekim kaş yaparken göz çıkarmak da riskli işin diğer tarafı. Yönetmen de ilk filminde fazla yüksekten uçmuş; vezir olayım derken biraz fazlaca rezil olmaktan kurtulamamış.

Her ne kadar film ne şaşırtıcı ve sürükleyici bir kurguyla ne de popüler oyuncularıyla izleyicide yüksek beklentiler yaratmaya çalışan bir yapım olmasa da, şahsen filme büyük beklentiler içinde gittim. Nitekim sevdikleri yakınlarını kaybetmek üzere olan karakterlerin içinde bulundukları ruhsal duruma odaklanmak isteyen film hem kurguda hem de çekimlerde çok ciddi sıkıntılar taşıyor. Yönetmenin bir deneyim olarak nitelediği bu sözde bilinç akışı seyirciyi filmin sonuna kadar karakter ve hikâyeleri eşleştirme ve konuyu az biraz kavrayabilme mücadelesine sokuyor. Özellikle erkek karakterlerin fazlaca birbirine benzemesi bu eşleştirme sürecini zorlaştırırken, şimdiki zamandan geçmişe zamana dönen hikâyeler de filmde neler olup bittiğini kavramada zorluk çıkarıyor.

Çekim tekniğindeki aksaklıkta özellikle son moda bağımsız filmlerin sıkça başvurduğu yüze ya da objektifteki nesneye aşırı yapılan zoomlardan kaynaklanmakta. Karakterlerin özellikle sıkıntı, stres ya da kaygı gibi dramatik ruh hallerini seyirciye daha iyi verebilmek amaçlı kullanılan bu çekim tekniği ortalamanın da üstünde zoomlanınca kimi zaman gösterilen yüz ya da nesnenin neye kime ait olduğunun anlaşılması zorlaşıyor. Aynı zamanda objektifte ne olduğunu çözmeye çalışan özellikle göz bozukluğu olan seyircide bir zaman sonra mide bulantısı gibi fiziksel problemlerin çıkması da cabası.

Ölüm-yaşam temaları sinemanın defalarca tekrar edilmiş, vazgeçilmezleri. İp üstünde yaşıyoruz; Nefes alırken bile ölümle burun burunayız; Bugün varız yarın yokuz gibisinden ana fikirler hem bağımsız sinemanın hem de gişe sinemasının sık kullanılan malzemelerinden olmuştur. Konu iyi işlendiği müddetçe de durumdan şikâyet eden yok gibi. Bu yönetmenimizin de yaptığı gibi fazlaca bireysel işlenen, seyircinin olayın farkına varabilmesi için ciddi efor sarf etmesi gereken yapımlara da, “Sinema hikaye anlatmalıdır.” gibi bir tezle karşı çıkacak da değilim. Zayıf bir kurgu bu açığını illa ki samimi ve profesyonel bir anlatım ve çekimlerle kapatabilir. Ezberi bozan, alışılmış kalıplara meydan okuyan iyi yapımların da takdir edilmesi olağandır. Lakin “A Zona” her ne kadar bu iddialarla beyaz perdeye çıksa da deneyselliğin zorlu yollarına dayanamayıp yolunu şaşırmış, kaybolmuş, sırtındaki izleyiciyi de gereksiz bunaltıcı zoomları ve kopuk kopuk sahnelerle yormuş, sıkmış kimi zaman patlatmıştır. Değil karakterlerin ağır ve tedirgin ruh hallerinin izleyiciyi etkilemesi ya da bir yerlere götürmesi, seyircinin zihnini arapsaçına çevirerek arasına gitgide kalınlaşan bir duvar örmüştür.

Sonuç itibariyle yönetmene daha farklı konular üzerinde birkaç kısa film daha çekmesini öneriyoruz. Kısa bir filmle mesajını daha iyi taşıyabileceğine inandığım “A Zona” derin sulara açılıp boğulmadan önce keşke sığ sularda biraz daha yüzseydi. Az ama öz kullanılan güzel müzikleri filmin kendisinden daha umut verici olsa da ne “A Zona” ya karşı seyircinin hayal kırıklığıyla isyan etmesine ne de bendenizden de 4 puan gitmesine engel olamıyor.

BETTER THINGS

Better Things, ölüm ve aşk temalarını gençlik ve yaşlılık çizgisi üzerinde işlemeye çalışan bir İngiliz yapımı.Genç yönetmen Duane Hopkins’in ilk uzun metraj filmi olarak festivallerde görücüye çıksa da filmin çok başarılı olduğunu söylemek güç. Öyküsel kurgu eksikliği yaşayan, bu açığını doğal oyunculuk ve çekimler ile İngiltere’nin kronik puslu ve bunaltıcı havasıyla kapatmaya çalışan film amacına ulaşamıyor. Dolayısıyla konunun içine giremeyen izleyici bir zaman sonra filme yabancılaşıyor.
Filmin odak noktasında uyuşturucu yüzünden kız arkadaşını kaybetmiş genç bir çocuk; kısa bir zaman sonra ayrılmak zorunda kalacak olan genç sevgililer; evden dışarı çıkamayan ve sürekli aşk üzerine romanlar okuyan genç bir kız ve büyük annesi; son olarak da ilişkilerini sorgulamaya çalışan yaşlı bir çift var. Kanımca filmin en büyük dezavantajı objektifindeki kalabalık karakter sayısı. Konsantrasyonun izleyici açısından devam ettirmenin zaten zor olduğu yavaş tempolu filmlerde, birbirinden kopuk sahneler ve kalabalık sayılabilecek oyuncu sayısı, filmin hedeflediği etki ve mesajı azaltmasında ciddi önem taşır. Film de aşk ve ölüm üzerine söylenen az ama öz diyalog ve monologlarıyla keşke 4 hikaye yerine 2 hikaye anlatıp izleyicide istenen etkiyi yaratsaydı. Filmin diğer bir eksikliği ise yaşlı çiftin ilişkisi samimiyetle seyirciye yansıtılırken aynı inandırıcılık ve gerçekliğin genç çiftin hikayesinde yakalanılamamış olması.
Kısacası pitoresk görüntüleriyle İngiltere, gençlik arasında popülerliğine değinilen uyuşturucu, hayatın iki büyük gerçekliği olan aşk ve ölümün gençlik ve yaşlılık dönemlerinde algılanış biçimleri, güzel müzikler ve düşündürücü sözler “Better Things” in artıları olsa da oyuncu yönetimi, karakterler ve sahne geçişlerindeki aksaklıklar filmi “Daha İyi” yapamıyor.10 üzerinden 6 ile idare eder modunda kalıyor.

SIX FEET UNDER

Six Feet Under, ABD’nin sansürsüz, radikal ve de “iyi” dizi yapımlarının yuvası HBO’nun kamerasından ve American Beauty’nin senaristi denilince hemen zihinlere gelen Alan Ball’ın kaleminden 2001 yılında doğmuş; 5 sezonluk süresi boyunca 35 kez aday gösterildiği Emmy Ödüllerinden 7’sini, 8 kez de aday olduğu Golden Globe ödüllerinin 3’ünü evine götürmüş; bizlere 4 yıl önce muhteşem finaliyle veda etmiş; buna rağmen dvdleri ve dvd kopyalarıyla her geçen gün izleyici sayısını artırmayı başarmış tamamıyla sui generis yapımlardan bir tanesi.

Bu tür objektif bir giriş paragrafını, bayılarak izlediği her bölüm sonunda hakkında bir şeyler yazmayı düşünüp, sürekli yetersiz ya da yüzeysel kalacağı endişesiyle bu düşüncesinden vazgeçen her naçizane kişi gibi iyi bir başlangıç olarak görmesem de hafiften melankolik bir yazı olacağı endişesiyle dizinin ödüller ve senarist gibi artı puanlarını söylemenin çantada keklik bir paragraf olduğu konusunda teminat veriyorum.

Amerikan toplumunu mezhepleriyle, cinselliğiyle, ahlakıyla, sanatıyla ya da gelenekleriyle eleştiren South Park, Simpsons gibi çizgi-diziler içerdiği komedi unsurlarıyla; Angels in America ya da Mad Men gibi yapımlar ise daha dramatik mizacıyla hem ABD hem de dünya çapında büyük hayran kitlesine sahip olmuşlardır. SFU’yu ise bu eksende bir yere konumlandırmak zor olmuş; yoğun bir dram üstüne ince ince işlenmiş kara mizah öğeleri diziye orijinal bir yer yaratmıştır.

Başlangıçta Los Angeles’da yaşayan anne, iki oğlu ve kızı üzerine şekillenen, zekice diyaloglarla süslenmiş senaryoyu tipik bir Amerikan aile dramı gibi algılamak mümkünse de diziyi diğerlerinin arasından çekip çıkaran ilk bölümünden son bölümüne dek kaçıp kurtulamadığı “ölüm” teması olduğunu söyleyebiliriz. Hıristiyanlıkta ölüyü yıkama, gömme gibi ritüellerin Müslüman kültüründen daha şaşaalı törenlerle ve malzemelerle yapılması, dolayısıyla ABD’de de pazar piyasası geniş bir iş alanı yaratmış, ölümsüzlüğün keşfini arayan milenyum çağı Amerikan insanı için sonsuzluğa karışmadan önce-en azından sembolik manada-sentetik boyalarla boyanıp, süslü bir tabutun içinde gömülmek oldukça popüler ve karlı bir iş haline gelmiştir. Dizide ise bu işin başında cenaze evi işletmeciliği yapan Fisher ailesini izliyoruz. Henüz ilk bölümünde büyük ve ani bir sürprize tanık olacağımız dizinin odak noktasındaki anne Ruth, oğulları David (Dexter’ dan da bildiğiniz) ve Nate (ayrıca The Lost Room dizisinden) ve küçük kız kardeş Claire’ in 5 sezon boyunca görünüşte minimal ama bir o kadar sofistike ve felsefik dünyalarına eşlik ediyoruz. Karakterlerin her birinin başlı başına ayrı bir konu olabilecek derinliğe sahip olduğu dizide yalnızca cenaze işleriyle uğraşan sıradan insanların hayatlarını okumuyoruz. Yoğun yaratıcı bir senaryo ve görsel yönetmenlik sentezi usta oyunculukla birleşince zaten yabancısı olmadığımız, her insanoğlunun içine dâhil olduğu ölüm, din, popüler kültür, aşk ya da sanat gibi konuları TV ekranından çıkarıp, yanı başımızda vuku buluyor düşüncesine kaptırtıyor.

Şu ana kadar dizi hakkında ilk kez anekdot okuyanlar için kötü bir izlenim yarattığıma eminim, lakin Mete Özgencil’in dediği “Dünyada ölümden başkası yalan!”, Alan Ball’ın da “Everything ends…” diyerek onayladığı ölümden kaçış yoktur teması durumu biraz daha aşina hale getiriyor. Bazılarınız ölüm, cenaze kelimelerinden daha zombi ve korku temalı bir şeyler anladıysa hemen geri alsınlar, hiç ilgisi yok. SFU, basit bir cenaze evi işletmeciliği ya da alışılmış ölü gömme-yakma temasıyla izleyiciyi, altını çizmekten yorulduğunuz cümlelere sahip bir kitaptan çıkmışçasına zihinleri allak bullak eden diyaloglarla, var oluşçuluğun en çetrefilli ve ağır yollarından geçirerek; yıllardır sorgulanmadan kabullenilmiş sözde gerçeklikleri yüzüne çarparak; kesinlikle ahlak bekçiliği yapmayarak, ideal niteliğinde “doğru ve iyi olan bu yol” propagandası yapmadan final bölümünün son saniyesine hatta onun da ötesinde çok yoruyor, çok ağlatıyor. Ne ayağınızı koltuğa uzatıp, çayınızı yudumlarken günün stresini atmanıza yardım edecek bir TV programı ne de okul yorgunluğunu çıkarırken arka arkaya 3-5 tane yenilebilecek bir kara mizah dizisi. Haneke, kendi filmlerini seyirciye keyif vermek yerine onları rahatsız etmek amacıyla yaptığını söylerken, Six Feet Under da seyirciyi kesinlikle yoran ve rahatsız eden tarzıyla bulanık ya da tıkanmış zihinleri açıcı ve aydınlatıcı bir işlev görüyor. Yeni bir bin yıla merhaba demenin en güzel 100 yolundan birisi…

YUMURTA

Semih Kaplanoğlu Türk sinemasındaki ilk büyük atağını ikinci uzun metraj filmi ‘Meleğin Düşüşü’ ile yapmıştı. Babası ile ciddi problemler yaşayan genç bir kadının iç dünyasını konu edinen film, başrol oyuncusu Tülin Özen'e de Altın Portakal'da en iyi çıkış yapan kadın oyuncu ödülünü kazandırmıştı.

2 yıllık aradan sonra Kaplanoğlu üçleme projesi ile ortaya çıktı. İsimleri sırasıyla ‘Yumurta’, ‘Süt’ ve ‘Bal’ olan üçlemenin ilk filmi Yumurta'da Nejat İşler ve Saadet Işıl Atasoy başrolleri paylaşıyor.

Yumurta yıllar sonra annesinin vefatı üzerine memleketine geçici bir süreliğine geri dönen 'garip' bir adamın hikâyesi. Filmin gelişme süresince garip adamın geçmişine dair bazı ipuçları etsek de, üçlemenin diğer iki filmi adamın geçmişi üzerine daha ayrıntılı bir hikâye işleyeceği için 'Yumurta' bize bu gariplik durumunun kökeni hakkında fazla bir şey anlatmıyor.

Çoğunlukla sabit ve geniş plan kamera çekimlerinin hâkim olduğu film, hareketli kurgusal bir hikâyeden çok durum hikâyesi niteliğinde. Gerek hikâyenin doğal akışı gerekse panaromik doğa görüntüleri filmi oldukça sahici, gerçek kılan öğelerden. Nejat İşler ve Saadet Atasoy'un oyunculukları da minimal işlenen hikâyeye birebir uyum sağlıyor.

Hikâyenin yavaş akımı, hareketli bir kurgudan yoksun olması filmi bir zaman sonra doğallıktan uzak sıkıcı bir forma sokabilme potansiyeline sahip bir durumdur. Zira yönetmen bu durumu filmin lehine kullanabilmiş, hikâyenin daha içten daha samimi ve sürükleyici hale gelmesini sağlamış.

Film geçtiğimiz yıl Altın Portakal'da En İyi Film Ödülünü alsa da festival sonrası bazı kötü eleştirilere maruz kaldı. Eleştirilerin çoğu minimalizm seven festival jürileri ile gişe seven filmler arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklanıyordu. Festival kültürünün kemikleşmiş bir seçim kriteri olmaması ise bir diğer neden olarak görülebilirdi. Aslına bakarsak Kaplanoğlu ve özellikle NBC filmlerinde yoğun hissedilen bu tema, bir zaman sonra kendini tekrar ediyor gibi gözükebilir. Hikâye kurgusundan daha çok görsellik ve oyunculuk ile ‘iyi’ olmaya çalışan bu tür yönetmenlerin filmleri, adeta kolaya kaçma gibi de algılanabilir. Bu tür eleştiriler, sinemada senaryo ve hikâye yazıcılığının buna bağlı olarak kurgulamanın öneminin altını çizse de, bu kişiden kişiye değişen subjektif bir bakış açısı kanımca. Bu durum da ‘İyi film ne?’ sorusunun cevabının ‘Sinema’dan ne bekliyorsunuz? Sinemayı nasıl algılıyorsunuz? gibi soruların cevabıyla paralel olarak değişkenlik göstermesine neden olur.

Yumurta dingin anlatımı ile izleyici farklı bir yerden kendine ekiyor. Abartısız, müziksiz, felsefik, az ama öz bir anlatımıyla, kurgu ve aksiyon beklentisi küçük olan izleyiciler için tam kıvamında bir film.