4 Şubat 2009 Çarşamba

TRANSSIBERIAN


Filmin kritiğine geçmeden önemli sayılabilecek bazı anekdotlar aktarmak yararlı olacaktır. Brad Anderson adını hiç duymamış olanların bir önceki filmi The Machinist(2004) ve yeni gözdesi Transsiberian'ı izledikten sonra, konuşulan ingilizce ve başroldeki Amerikalı yıldız oyuncular haricinde, mekân ve hâkim temada yoğun biçimde sezilen Asya-Avrupa atmosferi, yönetmenin memleketi hakkındaki tahminlerinin Amerika’dan daha doğuya kaymasını olası kılabilir. Biraz daha araştırma yapılıp yönetmenin doğma-büyüme ABD'li olduğu anlaşılınca durum daha şaşırtıcı olur.Vakt-i zamanında yüksek öğrenimini antropoloji ve Rusça dilinde yaptığını öğrendiğimiz yönetmenin,uzak kültür ve mekanlara olan ilgisinin kökeni hakkında da bazı ipucular yakalıyoruz.Brad Anderson'ı çoğunlukla The Machinist filminden hatırlayan izleyiciler ise,yönetmenin tarzına az biraz aşina olduklarından Transsiberian'ın gözlerden ırak Sibirya'da geçmesine,ve çok da başarılı bir atmosfer yaratmasına pek de şaşırmayacaklardır.

Yönetmen-kültür-film ilişkisinden biraz açılarak filme odaklanmak gerekirse, objektifte uçsuz bucaksız karlı vadiler ve trenlerin eşlik ettiği, özgür ruhlarının birleştirdiği 4 kişinin yolculuk hikâyesini görüyoruz. Bu sürükleyici hikâyeye başlamadan önce açılış sahnesinde Ben Kingsley'in canlandırdığı zeki ve karizmatik Ilya Grinko adlı Rus polisin cinayet sonrası CIAvari yerel bir şovunu izliyoruz. Grinko’nun narkotik detektifi olduğunu da öğrendikten sonra film boyunca devam edecek paralel bir faili meçhul bir cinayet ve uyuşturucu öyküsüne de başlamış oluyoruz.

Aktivist eşler Roy (Woody Harrelson) and Jessie (Emily Mortimer) kilise adına Çin'de gerçekleştirdikleri misyon sonrası gezilerini daha atraktif hale getirecek tren yolculuğu yapmaya karar verirler. Pekin’den yola çıkan tren Sibirya'yı aşıp Moskova'ya varacaktır. Birbirlerini gerçekten seven lakin aralarında bazı sorunların olduğu çiftimizin yalnızlıkları kısa zaman sonra yeni bir çiftin trene binmesiyle bozuluyor. Çiftin kompartıman arkadaşları olan son derece karizmatik Carlos ve güzel sevgilisi Abby, Roy tarafından sevindirici bir tesadüf olarak algılansa da Jessie için paranoyak modların başlangıcı olacaktır. Yeni çiftin şüphe uyandıran hal ve davranışları özellikle Roy’un mallığı ve sorumsuzluğu sonucu artacak, küçük bir gezi sonrası Carlos ve Jessie arasında umulmadık sonuçlar doğuracaktır.

Yönetmenin sanat hayatını derinden etkileyen bir isim Dostoyevski. Zaten filmin ilerleyen vakitlerinde de modern bir Suç ve Ceza dilemmasıyla karşılaşıyoruz. Bir asır sonra yine Rusya topraklarında hikâyenin yeniden vücut bulması hoş bir referans olmuş. Aslında yönetmenin bir önceki filmi Makinist’te de objektife aldığı kadraj yine bu dilemma üzerine kurulmuştu. Bu açıdan yönetmen için her ne kadar ‘tekrar ve kolaya kaçma’ gibi algılanma ihtimali olsa da mekânın alışılmadık yerlere ait olması, sade ve minimal çekimler, Rusya halkının en çıplak sosyal ve kültürel fotoğrafları hikâyeyi güzel bir çerçeve içine sokmuş.

Senaryo ve yönetmenlik açısından ikinci kilit isim Kafka desek, pek şaşırtıcı olmaz. Jessie’nin paranoyak, histerik hallerini seyirciye şüphesiz çok iyi yansıtan Emily Mortimer, yönetmenin Kafka dünyasından hayli beslenmiş. Lakin Jessie’nin özellikle Carlos karşısında duyduğu paranoyaklık ve verdiği tepki kanımca çok abartılı olmuş.

Dengeli ve yerinde öğelerle anlatılan gerek çiftler arasındaki duygusal ilişki gerekse cinayet, uyuşturucu ve suç hikâyeleri filmin ikinci yarısından sonra ortak bir noktada buluşuyor ve filmin sonuna kadar gerilimin ağırlık bastığı bir potada eriyor. Ortalama bir gerilim filminde bulunan sahne ve klişeler aralara serpiştirilse de hikâyenin sürükleyici yapısı ve yönetmenin görsel anlatım dili hikâyeyi daha orijinal kılmayı başarmış.

Hiç yorum yok: